Bir koltuğun anıları-4


0

Öğlen uykusunun huzurlu kollarına kendilerini bırakıp, tadını sonuna kadar çıkarırken, atılan bir çığlıkla yerlerinden sıçradılar…

‘’Senden nefret ediyorum’ Nefret!’’

Neler olduğunu anlayabilmek için sersem sersem bakınmaya başladılar.

‘’Senin her gün özgürce ve sorumsuzca istediğin yere gitmeni, istediğin kişilerle sohbet etmeni kıskanıyorum! Bir de gelip, neler gördüğünü ve neler yaptığını bana anlatman yok mu? Çıldırmamak elde değil ya…’’ diye bağırmaktan rengi kan kırmızısı olan gülü fark ettiklerinde çok şaşırdılar.

Eşi, benzeri olmayan güzelliği herkesin gözlerini kamaştırır ve kendine hayran bırakırdı…

‘’Utanmadan bir de aşktan bahsediyorsun bana ya! Sen benimle dalga mı geçiyorsun?

Ömrünü aynı yerde geçirmeye mahkum birine kim aşık olur ya? Defol git! Seni bir daha görmek istemiyorum! Nefret ediyorum senden! Nefret…’’ diyerek hüngür hüngür ağlamaya başladı gül.

Onun söyledikleri karşısında iyice büzülen rüzgar, akan gözyaşlarının görülmemesi için sessizce uzaklaşıp, bir köşeye saklandı.

Cesaretini toplayıp aşkını ilan etmişti, ama rezil olmaktan başka bir şey eline geçmemişti.

‘’Nefret, ne ağır bir kelime’’ diye mırıldandı yaşlı ağaç.

‘’Kıskançlık kelimesi beni hep tedirgin eder, ama nefret korkutur. Çok yıkıcı, yok edici bir duygudur…’’ diyerek sözlerini tamamladı.

Uzun süre herkes kendi sessiz dünyasında dolaşarak, düşüncelere daldı.

Saatler sonra koltuk, hafif hafif sallanarak, konuşmaya başladı:

‘’Hep birilerinden ve bir şeylerden nefret ederek hayatını geçiren bir kadın tanıdım. Hiçbir şeyi ve hiç kimseyi sevmeden seksen yıllık ömrünü geçirmişti.’’

‘’Aman Allah’ım ne korkunç bir şey…’’ diye mırıldandı kuşlar.

‘’Pek hatırlamak istemediğim bir insan olmasına rağmen, bugün özellikle onun hikayesini anlatmak istiyorum size ‘’ diyerek, uzun uzun güle baktı.

Gül uslu uslu gözyaşlarını kuruladı ve dinlemeye hazırlandı.

Rüzgar ise olduğu yerde, onları duyabilmek için iyice kulaklarını kabarttı.

 

 

NEFRETLE   TÜKETİLEN   BİR   HAYAT

 

Nesrin, doğduğu günden beri kimsenin onu sevmediğine inandı. O yüzden herkesten nefret etti.

Önce babasından… Çok çalıştığı, evde olup bitenleri göremediği ve annesinin söylediği her şeye inandığı için nefret etti.

Çok şansızdı zaten. Ne yaparsa yapsın, kendini ona sevdiremeyeceğine inandırdı.

Çünkü kardeşinin yaptığı yaramazlıklardan ve hatalardan bile hep onu sorumlu tuttu babası. Kardeşini değil, onu cezalandırdı.

O yüzden belki de hayatta en çok kardeşinden nefret etti.

Zamanla nefreti öyle bir boyuta geldi ki, otuzlu yaşlarda bir trafik kazasında kardeşi ölünce hiç üzülmedi. Tam tersine ondan kurtulduğu için sevindi.

Annesini ömür boyu affetmedi…

Evin bütün işlerini, hayattaki bütün yükleri onun omuzlarına yüklediğinde, bununla başa çıkabildiğini görmezden gelmesinden; sürekli hayatına karışıp, yönlendirmesinden ve eleştirdikçe eleştirmesinden ölesiye nefret etti…

Nesrin, bütün öğretmenlerinden ve arkadaşlarından da nefret etti.

Okuldaki en sessiz, en düzenli ve en çalışkan öğrenci olmasına rağmen, hiçbir zaman sınıf başkanı seçilemedi.

Çok güzel şiir yazıp, okumasına rağmen, bir kez olsun şiir gecelerinde sahneye çıkmasına fırsat verilmedi.

Herkes onun güzelliğini ve yeteneklerini kıskandığı için, ilerlemesini engellemek için elinden geleni yaptı.

Kıskanılmak hoşuna gidiyordu aslında. Çünkü nefret duygusunu canlı tutuyor ve besliyordu.

Hiç sevmediği, ama annesi yüzünden mimarlık okumak zorunda kaldığında bile, arkadaşları tarafından kıskanılacak kadar başarılı oldu derslerinde.

Mimarlık mesleğinden nefret ede ede ve bu işi yapmayacağına yemin ede ede, birincilikle mezun oldu.

Ama çalışmak yerine annesine inat, zengin bir koca bulup, evlendi.

Kocasına elbette ki aşık olmadı. Hiç, ama hiç sevmedi…

Güzelliği sayesinde onu kendine kul köle misali bağladı ve parasının sağladığı konforu ve ayrıcalığı sonuna kadar kullandı.

Altmış yıllık evliliği boyunca kocasının tek bir isteğini yerine getirdi. İki çocuk doğurdu, ama onlarla hiç ilgilenmedi, hiç sevmedi. Tam tersine onlardan nefret etti…

Kocasının akrabalarıyla, iş arkadaşlarıyla hiç muhatap olmadı; evinde ağırlayıp, hizmet etmedi.

Annesinin evinde bu tür şeylerden fazlasıyla bunalmış ve nefret etmişti…

O tek başına gezmekten, istediği gibi vakit geçirmekten ve kendi kendini eğlendirmekten hoşlanırdı.

Dünyanın kendi etrafında döndüğünü düşünerek, canı ne isterse ve ne zaman isterse yaptı.

Hiç kimsenin planlarını bozmasına izin vermedi.

Annesi ölüm döşeğindeyken, kocası ameliyat olurken bile seyahatlerinden vazgeçmedi.

Konuşulanları, özellikle de çocuklarının söylediklerini umursamadı.

Hayatını herkesten ve her şeyden nefret ederek geçirdiği için, değil yüreğinde ve bedeninde; tek bir hücresinde bile başka bir duyguya yer yoktu.

Annesi de, kocası da can verip ölürken, o odasına çekilip, kitap okumayı tercih edecek kadar rahattı. Onun da ötesinde, cenazelerine gitmeyi bile tenezzül etmedi.

Nefret dolu ve nefret kokan dünyasında, kendinden bile nefret edebilecek hale geldiğini fark ettiğinde çocukları, torunları, hatta hizmetçileri bile onu terk etmişti…’’ diyerek konuşmasını noktaladı sallanan koltuk.

Bir süre herkes onun anlattıklarını sessizce düşündü…

‘’Bu akşam parti yapıyoruz!’’ diye birden cıvıldamaya başladı kuşlar.

‘’Dostluğumuzu, paylaştığımız ve paylaşacağımız güzel günleri ve anları kutlayacağız…’’ diyerek zıplamaya devam ettiler.

Kırmızı gül, utana sıkıla:’’Aşkım, özür dilerim! Beni affedip, sevmeye devem edebilecek misin?’’ diye sordu.

Rüzgar ise, hışımla saklandığı yerden çıktı ve ‘’Arkadaşlar, parti başlıyor! Müzik benden…’’ diye bağırarak mutlulukla esmeye başladı…

 

 

 


Like it? Share with your friends!

0
Meliha Doğu

0 Comments

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir