İdam


0

Saatlerdir volta atıyordu bu kibrit kutusu kadar küçücük hücresinde.

Zaman geçmek bilmiyordu…

Acaba kaç saati kalmıştı? Bilmiyordu.

Gündüz müydü gece miydi onun da farkında değildi.

Yıllardır gündüzü ve geceyi fark etmediği ve yaşamadığı gibi.

Güneşin varlığını unutalı kaç yıl olmuştu acaba?!. Ya yağmurun kokusunu ?!. İlkbaharda açan çiçeklerin güzelliğini… Gökyüzündeki yıldızların o büyülü dansını düşünmeyeli kaç yıl olmuştu?!.

Gözleri ve yüreği öyle alışmıştı ki yaşadığı bu karanlık dünyaya.

Kim bilir belki de çok az zamanı kalmıştı. Düşünmeliydi.

Son kez her şeyi düşünmeliydi: Hayatını, yaşadıklarını, birkaç saat sonra kucaklaşacağı ölümünü…

Düşünmenin anlamsızlığını bile bile bunu yapmalıydı. Yıllardır yaptığı gibi.

‘ Nihayet idam edileceğim! Yıllardır süren işkencelerden, sorgulamalardan ve saçma sapan suçlamalardan kurtulacağım. Benim de istediğim bu değil miydi?!.’ diye kendi kendine söylendi.

Evet, yıllardır bu idam kararını beklemekten yorulmuştu. İdam edilmeyi istemekten de başka çaresi yoktu zaten…

15 yıldır bu hücrede bir fare hayatı yaşadıktan sonra başka ne isteyebilirdi ki?

Suçsuzluğunu ispatlayabilme ve kurtulabilme umudunu yitireli çok olmuştu.

Belki de tutuklandığı ilk gün bunu anlamıştı.

İlk sorgusundan ve ilk işkencesinden sonra önüne konulan evrakları imzalarken kendi idamını da imzaladığını anlamıştı.

Beynine ve vücuduna verilen elektroşoka ve kanayan yaraların üzerine dökülen tuzlu suya rağmen bunu anlamıştı…

Yapabileceği başka bir şey yoktu. Hele hele konuşmanın hiç anlamı yoktu.

Kim inanırdı ki onun anlattıklarına?

Zaten o daha anasının karnındayken kaderi yazılıp, karar verilmişti.

O bir teröristti. Vatan hayini…

Yaşama hakkı daha doğmadan alınan bir insanın konuşmasının ne anlamı vardı.

Konuşmadı da zaten… Ne sorgulamalarda, ne işkencede, ne de mahkemede.

Kendini hiç savunmadı. Elindeki tek özgürlüğünü, yani konuşmama özgürlüğünü kullandı.

Hücresinin kapısı açıldı ve gardiyan buz gibi bir sesle: ”Kardeşlerin sana temiz elbiseler göndermiş. Yıkan ve hazırlan. Fazla zamanın kalmadı…” diyerek çıktı.

Yere atılan poşete dokunamadı.

Kardeşleri ha?!.

Yıllardır onun varlığını unutan kardeşleri nasıl oldu da şimdi ona elbiseler göndermişlerdi.

Bir kere bile olsun ziyaretine gelmeyen, bir tek mektup bile yazmayan kardeşleri onu bugün neden hatırlamışlardı acaba?

Olmayan vicdanlarını rahatlatmak istiyorlardı her halde.

Ama onun kardeşi yoktu ve bu elbiseleri giymeyecekti.

Karanlık hücresindeki ”tuvalet” köşesinde banyo yaptı. Buna banyo denemezdi ya?!. Biraz sabunlanıp, kovadaki soğuk suyla durulandı.

Kendini biraz tuhaf hissetti. Son kez yıkanıyordu… SON…

Anlamsız bir başlangıcın, anlamsız bir yaşantının, anlamsız sonu.

Kurulandıktan sonra elbiselerini giydi.

”Ama da şık oldum…” diye kendisiyle alay etti.

Yıllardır yatak çarşaflarından kendine elbiseler dikerek giyinmişti. Ölüme de bu ”güzel” elbiselerle gidecekti tabii ki.

Hücrenin kapısı tekrar açıldı ve gardiyan: ”Görmek istediğin, vedalaşmak istediğin birisi var mı?..” diye sordu.

”Hayır…” cevabını alınca da gürültüyle kapıyı kapattı.

Sıra vedalara geldiğine göre idam randevusu yaklaşmıştı demek ki.

Vedalaşmak…

Onun şu an görmek, vedalaşmak istediği kimsesi yoktu ki.

O vedalaşabileceği tek kişiyle zaten yıllar önce vedalaşmıştı. Hem de ne vedalaşma?!.

O Karadeniz’in soğuk sularında hırçın dalgalarla mücadele ederken, yüreklerindeki sevgi onlara kurtulma gücü vereceğine inanıyorlardı.

Sevgileri öyle güçlüydü ki, ölümü bile göze alarak o soğuk sulara atladılar ve saatlerce karanlıkta yüzdüler. Kurtulmak üzereyken de yakalandılar…

Polisin ”Dur…” ihtarına aldırmadılar ve birbirine güç vererek yüzmeye devam ettiler.

Üzerlerinde akbaba gibi dolaşan helikopterden ateş edildiğinde, sevdiği kadını kurtarabilmek için hiçbir şey yapamadı.

”Seni seviyorum…” diyen sese doğru yöneldi. Kanatları kırılmış bir kuş gibi suyun içinde çırpındı, ama onu bulamadı.

Kendine geldiğinde tutuklanmıştı. Bir kurşun ona da isabet etmişti, ama ölmemişti.

Yıl 1985 ti Belene hapishanesine bu hücreye kapatıldığında ve yıllarca süren suçlamalar, sorgulamalar ve işkenceler böyle başlamıştı…

Ona yöneltilen bütün suçlamaları kabul etmişti. Kabul etmek zorunda kalmıştı.

Suç dosyası çok kabarıktı, çook…

Tecavüzler… Soygunlar… Gizli örgüt kurarak, yapılan planlı terör eylemleri…

En komiği de yakalandığında üzerinde bulunan silahlar ve el bombaları.

Yani o ve sevgilisi bir sürü insanı öldürmüştü ve Bulgaristan devletini yıkmak için elinden geleni yapmıştı. En son da ajanlık yapmak üzere Türkiye’ye kaçarken yakalanmışlardı.

Oysa onların derdi sadece Türkiye’ye kaçmaktı. Ölümü bile göze almışlardı, çünkü başka çareleri yoktu.

Aşklarını yaşatabilmek ve birlikte olabilmek için yapabilecekleri tek şey Türkiye’ye kaçmaktı.

Çünkü sevgilisi Bulgar, o ise bir Türk’tü…

”Aşkım, bizi burada yaşatmazlar. Türkiye’ye kaçalım. Türkçe öğrenirim. İstersen müslüman bile olurum. Ama lütfen beni bırakma…”diyen sevgilisinin sesini duyar gibi oldu ve onun o güzel siyah gözlerini hatırladı.

Sımsıkı tutan o küçücük elini elinde hissetti ve ölürken de ”Seni seviyorum…” diye bağıran sesi kulağını tırmaladı.

Evet, nihayet o da birazdan ölecekti ve sevdiği kadına kavuşacaktı.

15 yıldır bu ölümü bekliyordu…

Korkmuyordu. İdam edileceği için üzülmüyordu. Tam tersine mutluydu.

Bu dünyada çektiği acılardan ve işkencelerden kurulup, sevdiğine kavuşmak istiyordu.

Hücrenin kapısı gürültüyle açıldı. Gardiyan: ”Artık zamanı geldi…” dedi.

Arkasına dönüp son kez hücresine baktı. 15 yılını geçirdiği, acılarını sırlarını ve aşkını paylaştığı soğuk ve karanlık duvarlarla vedalaştı. Bu duvarlar onun arkadaşı, sevgilisi, anası olmuştu.

Gözleri nemlendi ve birden o nur yüzlü anasını hatırladı. Onu öyle özlemişti ki…

Annesinin, tutuklandığı gün öldüğünü yıllar sonra bir işkence sırasında öğrenmişti.

Ellerine copla vuran gardiyan bunu söylediğinde ilk önce inanmadı, ama 5 yıl öncesine ait telgrafı okuduğunda yıkıldı.

Günlerce ağladı ve kendini suçladı.

Taa ki bir gece onu rüyasında görene kadar.

”Ağlama oğlum! Sana kıymam…” diyen sesi onu rahatlattı.

Önünde yürüyen gardiyan durdu ve ”Dua etmek istiyor musun?..” diye sordu.

”.Hayır! Ben Allah’a inanmıyorum. Benim ne ülkem var, ne de dinim…” dedi.

Bu onun son sözleri oldu…

 

 

 


Like it? Share with your friends!

0
Meliha Doğu

0 Comments

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir