Mezarda Bitebilecek Bir Aşk


0

        

‘’İstanbul bugün benim gibi yorulmuş, yaşlanmış ve mutsuz görünüyor… Takılarını kenara fırlatmış, aylardır aynaya bakmamış, değil makyaj yapmak, saçını bile taramaktan vazgeçmiş, ağlamaktan gözleri morarmış…’’ diye düşündü pencere kenarında oturan kadın.

Dışarıya baktıkça içi daha çok kararıyor, umutsuzluğu ve çaresizliği arttıkça artıyordu.

Bu kanserli kentten, kanserli ilişkilerden ve kanserli gerçeklerden kaçmak istiyor, ama kendi kendini hapsettiği bu evden çekip gidemeyeceğini de çok iyi biliyordu…

‘’Sevmek, acaba katlanmak mıdır?’’ diye sormak istedi bulutlar arasında kaybolmak üzere olan İstanbul’a, ama ağlayarak temizlemekle meşgul olduğunu görünce vazgeçti…

Düşünceleri de çıkmaz sokaklarda dolaşmaktan yoruldu ve pes etti.

Düşünmenin de zaten bir anlamı yoktu…

Bir mucize bile olsa, şu an yaşadıklarını değiştiremezdi. Zaten hiçbir şeyin değişmesini de istemiyordu. Elinde kalanla son nefesine kadar idare edecekti.

Zaman akmış, ömür tükenmiş, son tekrarlar sahnede can çekişiyordu…

Yerinden kalktı, yıllardır yatakta bitki gibi yaşayan kocasının yanına gitti.

Altını temizledi, yastıklarını düzeltti ve midesine takılı olan hortumdan mamasını verdi.

Ona minnetle bakan kocasının elini tuttu, yanağından öptü ve yanına oturdu.

Her gün yaptıkları gibi birbirine bakarak, sessizlikleri karıştırıp, paylaştılar.

Kocası zaman zaman ağlıyor, gözleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyor, özür diler gibi bakıyor, ama bu sessizliği delmeye ve azaltmaya yetmiyordu.

Yıllar önce okuduğu bir yazıyı  hatırladı :’’ Her kadın bir gün öyle ya da böyle susmayı öğrenir. Her şeyden vazgeçmesi gerektiğini ve hayattan fazla bir şey beklememesi gerektiğini anlar…’’

Yıllarca buna karşı çıkmış, sürekli mücadele etmiş ve direnmişti. Ama işte hayatının sonbaharında o da pes edip, susmayı ve kabullenmeyi öğrenmişti… Çünkü başka şansı kalmamıştı…

On sekizinde, üniversitede okurken aşık olmuştu kocasına.

Yakışıklı, zeki ve eylenceli bir adamdı. Onun sayesinde çok güzel bir üniversite hayatı oldu.

Beraber ders çalışıyor; konserlere, sergilere gidiyor, çok güzel eyleniyorlardı.

Tatillerde ise ayrı kalmamak adına dans kursuna gidiyorlardı. O rengya renk ışıkların altında tango yapmaya bayılıyorlardı.

Herkes onlara gıptayla bakıyor ve evlenmeleri için baskı yapıyordu.

Mezun olur olmaz iki genç mühendis olarak iş hayatına atıldılar. İş hayatına alışınca da evlendiler.

Hemen çocuk sahibi olmak istediler ve ilk oğulları dünyaya gelince mutluluklarına mutluluk kattılar. Hele hele kısa süre sonra ikinci oğulları da onlara katılınca mutluluk tabloları daha da güzelleşti.

O çocuklarla daha çok ilgilenebilmek için işini evden yürütmeye başladı. Kocası da artan masrafları daha rahat karşılayabilmek için işini geliştirmeye ve daha çok çalışmaya başladı.

Çocuklar büyüdükçe sorumluluklar artıyor, sinirler geriliyor ve bütün işlere yetişmeye çalışırken, bazen birbirine vakit ayıramıyorlardı.

İlk kırılmalar, küçük küçük küslükler başladı, ama esas evliliklerinin ilk ciddi depremi aldatılmayla yaşandı.

Dışarıda yemek yedikleri bir akşam kocası gerçeği itiraf etti.

Başka bir kadınla ilişkisi vardı. Onu sevmiyordu, ama vazgeçemiyordu da. Yardım istiyordu…

Özürler, yeminler, yalvarmalar havada uçuştu, ama arkadan gelen kavgalar mutsuzluk bulutlarını yavaş yavaş onlara doğru sürükledi.

Kocasını çok seviyordu ve çocuklarını da babasız büyütmek istemedi.

Sonunda affetti ve olayı unutmaya çalıştı.

Ama ikinci kez aldatıldığında boşanmaya karar verdi. Kocası ise özür dilemek yerine, onu bi güzel dövdü ve çocukları göstermemekle tehdit etti.

Bu olay da evliliklerini temelinden sarsan ikinci bir deprem oldu…

Enkazın altında ikisi de uzun bir süre debelendiler.

Kocası alkole sarılarak atlattı ve aynen devam etti.

O da her annenin yapacağı gibi çocukları adına her şeye katlanmaya karar verdi. Katlandı da…

Dört duvar arasında yaşananlar hep dört duvar arasında kaldı. Çocuklar anlamasın, duymasın ve üzülmesin diye sustu, içine attı ve Polyanacılık oynadı.

Ama çocuklar büyüdükçe gerçekleri anlamaya, kavgalara ortak ve taraf olmaya başladılar.

Kocası daha da çok sinirlenmeye, şiddet dozunu arttırıp, çocuklara da saldırmaya başladı.

Aldatmalar da devam etti. Ama daha da kötüsü alkol batağına saplandı.

Birbirini takip eden rezaletler peşinden büyük bir fırtınayı da getirdi…

Oğullarıyla tatil dönüşü evde kocasını bir kadınla yakaladı.

Kadın hemen ortadan kayboldu ve büyük bir kıyamet koptu. Oğulları babalarına saldırdı, o da onlara…

Araya girmeye çalışırken burnu kırıldı.

Polis gelince tablo pek vahimdi. Birbirini öldürmekten beter etmişlerdi. Dördünü de hastaneye götürdüler.

İyileşip, eve geldiklerinde oğulları karşısına dikilip:’’Bu adamdan boşanacaksın anne! Ya babam, ya biz!’’ dediler.

O da kocasının karşısına dikildi ve :’’Ya ben ve çocuklar, ya alkol! Tedavi görüp, alkolü bırakırsan burada kalırız’’ dedi.

Kocası tercihini alkolden yana kullanınca da otuz yıllık evlilikleri bitti.

Bunca yıl sonra yüreği ne kocasından, ne de çocuklarından ayrı kalmak istemiyordu, ama ne olursa olsun çocukları daha önce geliyordu.

Boşandıktan sonra beş sene kadar hiç görüşmediler.

Oğulları üniversiteyi bitirdi ve evlendi. Babalarına o kadar kırgındılar ki düğünlerinde bile onu görmek istemediler.

Kuşlar uçup, kendi yuvalarını kurunca hayat onun için anlamsızlaştı.

Yaşamın sonbaharı getirdiği yorgunluk ve yılların biriktirdiği hüzün yüreğini yıpratıp, tüketti.

Evin bahçesinde otururken kalp krizi geçirdi. Allahtan komşuları gürdü de, hastaneye yetiştirildi…

Ameliyattan sonra onu ilk ziyaret eden eski kocası oldu. Çok üzülmüş, ama kurtulduğu için de sevinmişti.

Onu hiç yalnız bırakmadı. Hastaneden çıkınca da sık sık ziyaret etmeye devam etti.

Oğulları buna tepki göstermedi. Hatta: ’’Bu senin hayatın. İstediğini yapabilirsin! Ama bizim babamla ilişkimiz asla eskisi gibi olamaz’’ dediler.

İyileşince daha sık görüşmeye başladılar. Deniz kenarında oturup sohbet ediyor, parklarda dolaşıyorlardı…

Ama bir süre sonra kocası gelmekten vazgeçti, aramaz sormaz oldu.

‘’Huylu huyundan vazgeçmez. Bulmuştur yine birisini…’’ diye düşündü.

Ama ili ay sonra kocasının hastanede yattığını öğrendi.

Hemen onu görmeye gitti ve içler acısı bir manzarayla karşılaştı…

Peş peşe iki kez beyin kanaması geçirmiş, felç bütün vücuduna yayılmış, nefes almasına bile makine yardım ediyordu.

Yaşadığına dair tek işaret gözleriydi. Yorgun, üzgün, yardım dileyen gözleri…

Yıkıldı. ‘’İşte bizim sonumuz’’ diye düşündü. Ona yaşattığı acıları, dayakları, aldatmaları hatırladı.

‘’Sen bunu hak etmiştin’’ demek istedi, ama yapamadı.

Hemen oğullarına haber verdi ve eski kocasını evine alıp, çocuk gibi(bebek gibi) bakmaya başladı.

Beş senedir de bu böyle devam ediyordu.

Çok yoruluyordu. Vücudu bazen onu dinlemek istemiyordu, ama o inatla devam ediyordu.

Odanın içi karardı. Kalkıp, ışığı yaktı. Eline bir içki şişesi aldı ve kocasının yanına gitti.

‘’Bize bunu yapmamalıydın! Bu zıkkımın yüzünden kendini perişan ettin. Beni de genç yaşımda yaşayan ölüye çevirdin. Ne geçti eline? Memnun musun bu halimizden?!.  Ama aptallık bende… Ne diye seni böylesine sevdim ki?’’ diye söylendi.

Kocası alkol şişesine dikmiş, mutlu mutlu bakıyordu. Ancak mezarında unutabileceği bir aşkına bakar gibi…

Kadın tekrar pencere kenarına oturup, İstanbul’u seyredaldı.

Yağmur haklı haksız demeden, herkesin üstüne bir yağdırmaya devam ediyordu.

Bu dünyada ve bu hayatta hiçbir şeyin niçini, nedeni yoktu…

 

 

 

 

 

 


Like it? Share with your friends!

0
Meliha Doğu

0 Comments

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir