Gözlerini açtığında kendini beyaz bir odada, yatakta yatarken buldu. Etrafı değişik renkte yanıp sönen ışıklarla çalışan aletlerle doluydu. Çıkardıkları sesler bir arı kovanını andırıyordu.
‘’Burası bir hastaneye benziyor. Peki, ama benim burada ne işim var?’’ diye söylendi ve yataktan kalkmaya çalıştı. Bir aletin kablosu çıktı ve alarm çalmaya başladı. Koşarak gelen hemşire, kabloyu tekrar taktı ve aletleri ayarladı. Sonra yanına bir doktor geldi ve onu muayene etmeye başladı. Göz bebeklerine baktı. Tansiyonunu ölçtü ve kalbini dinledi. İki koluna takılı olan serumları uzun uzun kontrol edip, ayarladı. Ona doğru döndü ve ismini hatırlayıp, hatırlamadığını sordu.
Şaşkın şaşkın doktora bakarak, ‘’Niye hatırlamayayım ki? Benim adım kırk yıldır Maria. Ya siz kimsiniz? Benim burada ne işim var?’’ diye sordu.
‘’Hastanedesiniz ve burası yoğun bakım. Ağır bir kalp krizi geçirdiniz ve üç gündür uyuyorsunuz ’’ dedi doktor.
‘’Ama ben neden hiçbir şey hatırlamıyorum?’’ diye sordu kadın.
‘’Sakin olun! Heyecanlanıp, kalbinizi yormayın. Olanları daha sonra konuşuruz. Şimdi kısa süreliğine günlerdir uyanmanızı bekleyen çocuklarınızı gönderiyorum’’ dedi doktor ve odadan çıktı.
Maria oğlunu ve gelinini görünce çok sevindi. ‘’Anneciğim, sakın bizi merak etme. İyileşmene bak. Unutma, seni çok seviyoruz’’ dedi gelini. Karnı iyice büyümüştü. Oğlu ona destek oluyordu.
‘’Torunuma iyi bakın. Ben iyiyim’’ diyebildi. Gülümsemeye çalıştı. Hemşire geldi ve ziyaretin sona erdiğini söyledi. Odada yalnız kalınca gözyaşlarını serbest bıraktı.
Mine çok tatlı bir kızdı. Gelini gibi değil de, onu öz kızı gibi seviyordu. Türk’tü ve ailesi hala onu affetmemişti bir Bulgar’la evlendiği için. Maria ne ilişkilerine, ne de evlenmelerine karşı çıkmıştı. Birbirlerini sevmeleri onun için yeterliydi. Yakında torunu da aralarına katılacaktı.
Kendini suçlamaya başladı. Onların yanında olmalıydı. Yardım etmeliydi. O yalnızlığın ne olduğunu çok iyi biliyordu. Boğazına düğümlenen duygular, nefes almasını güçleştirmeye başladı. Kalbi yerinden çıkıp, kaçmak istercesine çarpmaya başladı. Vücudu uyuştu.
Etraf karardı ve kendini bir tünelde buldu. Derin bir alacakaranlığın içinde yürümeye çalışıyor, ama ilerleyemiyordu. Bağırıp, yardım istemeyi denedi, ama dudaklarını kıpırdatamadı. Tünelin ucundaki ışığı yakalamayacağını anladı. Usulca yere çöktü ve ölümü beklemeye başladı.
Bir ışık gözlerini kamaştırdı. Sonra o ışık yaşlı ve uzun sakallı bir adama dönüştü. Ürperdi. Adam ona doğru yaklaştı ve elini başının üstüne koydu.
‘’Korkma. Sana zarar vermeye değil, yardım etmeye geldim. Söyle bakalım, sen Allah’a inanır mısın?’’ dedi.
Maria cevap vermeye korktu, ama içindeki isyan yavaş yavaş canlanmaya başladı. Hangi Allah’tan bahsediyordu bu adam? Onu hiç hatırlamayan Allah’tan mı?
Çocuk yetiştirme yurdunda büyümüştü. On yaşına kadar her gece saatlerce Allah’a dua etmişti, annesiyle babasını getirsin diye. Bir gün dua etmekten ve Allah’a inanmaktan vazgeçti.
Meslek lisesinden mezun olur olmaz, terzi olarak çalışmaya başladı. Aynı yurtta yetişen ve onun gibi terzi olan İvan’la evlendi. O da Allah’a inanmıyordu. Kendilerine büyük bahçeli, küçücük bir ev aldılar. Birbirlerini çok seviyorlardı ve her şeyi birlikte yapıyorlardı.
Dört yıl sonra Hristo dünyaya geldi. Aşk masalları tamamlandı ve küçücük dünyaları daha da güzelleşti. Oğulları yürümeye başlar başlamaz, bahçeye kocaman bir salıncak yaptılar.
Bir gün İvan, oğluna masal anlatırken fenalaştı. Hastaneye gittiler. Hemen ameliyata aldılar. Ameliyattan sonra uyandığında, karısını ve oğlunu öpüp, ‘’Sizi çok seviyorum! Asla ayrılmayın’’ dedi. Sonra da öldü.
Maria kocasını kiliseye götürmeden ve papaz çağırmadan kendisi gömdü. Acısını oğluna yansıtmadan, onu tek başına büyüttü. Kocasına verdiği sözü tuttu. Oğlundan hiç ayrılmadı.
Oğlu, Müslüman bir kızla evlenmek istediğinde hiç karşı çıkmadı. Çünkü onun için hiç fark etmezdi. Yaşlı adamın sesiyle irkildi.
‘’Demek Allah’a inanmıyorsun ve seni unuttuğunu düşünüyorsun. Ölmek için daha çok gençsin. Bir defalığına seni affediyorum ve hayatını bağışlıyorum’’. Yaşlı adam sözlerini bitirir bitirmez, ortadan kayboldu.
Maria göğsünde şiddetli bir ağrı hissetti. Bütün gücünü topladı ve bağırmaya başladı, ‘’Allah’ım bana yardım et. Affet beni’’.
Gözlerini açtığında kendini tekrar hastane odasında buldu. Etrafı hemşire ve doktorlarla doluydu. Onun anlamadığı bir dilde konuşuyorlardı. ‘’Fibrilasyon, elektroşok, basınç, şuur, nabız’’. Uykuya daldı.
Bir ay kadar hastanede kaldı. Yavaş yavaş eski sağlığına kavuştu. Bu süre içinde torunu dünyaya geldi, ama Maria Mineyle bebeği görmeyi reddetti. Oğluyla bir kez görüştü. Konuşmaları çok kısa sürdü. Mineden ayrılması gerektiğini söylediğinde, oğlu donup kaldı.
Bunun mümkün olmadığını anladığında Maria oğluna, ‘’Ben artık seni görmek istemiyorum’’ dedi.
Hastaneden taburcu olduğu gün kimse onu almaya gelmedi. Doğru kiliseye gitti.
Çok heyecanlıydı, çünkü hayatında ilk defa kiliseye giriyordu. Bir mum yakıp, dua etti. Çıktığında kendini hafiflemiş ve rahatlamış hissetti. Sonra Adliye’ye gitti. Oğlunu evlatlıktan reddetmek için dava açtı.
0 Comments