Ben bu filmin başlama şekline bayıldım…
Zaten Stefan Zweig’ın eli değdiği her hikaye beni içine alır 🙂
Ama bu defa çok hızlı oldu 🙂
Öyle ki, mezarlıktaki o yazarın anısına yapılan anıtı, ben ziyaret ettim…
Ona olan saygımı gösterdikten sonra da oturup, kitabını okumaya başladım 🙂
Kitabını okumaya başlar başlamaz da, kendimi 1932 yılında Büyük Budapeşte otelinde, Bay Mustafa’nın karşısında buldum…
O güler yüzlü, ama hüzünlü adamın neden o kadar zengin olmasına rağmen; kendi otelindeki, tek yataklı, servis asansöründen bile daha küçük olan odada kaldığını çok iyi anladım.
Sonra da onun anlattığı hikayeyi, onunla birlikte yaşamaya başladım…
İki savaş arasında geçen bu hikaye beni bazen hüzünlendirdi, bazen gülümsetti, ama sonunda da birazcık ağlattı 🙁
Çünkü ben de an az Bay Mustafa kadar, Mösyö Gustav’ı sevdim ve ölme biçimine üzüldüm 🙁
Hatta, ”Bir zamanlar insanlık olarak bilinen bu vahşi dünyada hala medeniyet kırıntıları kalmış. Mösyö Gustav da onlardan biriydi…” sözlerini Bay Mustafa değil de, ben söylemişim gibi geldi 🙂
O doğuştan cesur Agatha’ya gelince…
Onun o gözlerindeki pırıltıdan, yüzünden akan mutluluğundan ve bulaşıcı cesaretinden etkilenmemek imkansız 🙂
Bence bu film Oscar hak ediyor 🙂
Kadro süper! Konu süper! Oyunculuk ve çekimler muhteşem ötesi! Müzik büyüleyici!
Yani filmin sonunda: ”Yaşasın yetenek! Yaşasın Sanat! Yaşasın arı gibi çalışmak!” diye bağırası geliyor insanın…
En azından bana böyle oldu 🙂 🙂 🙂
Mutlaka seyredin derim.
0 Comments