Sen gittin ya!
Hayat bitmedi.Güneş diz çöküp, ağlamadı.
Gerçi sen güneşin ağlayıp ağlamadığını hiçbir zaman umursamadın ya!..Belki bunu düşünebilecek zamanı bile bulamadın…
Senin kavgan taş ve topraklaydı!.. Gece gündüz onunla savaştın…Ve bir gün sana kucağını açtı ve seni benden sonsuza dek aldı…
Biraz erken oldu beni terk edişin!..
Sen gittin ya!
Akan sular durmadı!..
Yapmak istediğin, yaptığın ve yapamadığın binalar sen gidince yıkılmadı… Bana inat dimdik ayakta durup, her zaman her yerde seni hatırlatmaya kararlı görünüyorlar…
Sen gittin ya!
Dünya gidişini hiç, ama hiç umursamadı! Döndükçe döndü… Ve ben de hızına yetişebilmek için düşe kalka, ağlaya ağlaya, sürüne sürüne, kırılmış kanatlarımı her gün dike dike koştum! Hala da koşuyorum…
Yetişebileceğimi hiç zannetmiyorum! Senin yetişemediğin gibi!..
Sen gittin ya!
Hiç haber vermeden! Beni, gidişine hiç hazırlamadan!
Ben ölmedim! Ölemedim! Hala yaşıyorum!..
Her gün gerçeklerle savaşıp, geceleri umutlarımı çaresizce yıkayıp, yaşatmak için çırpınıyorum. Çırpındıkça hayallerim paramparça oluyor ve seni düşünmeden edemiyorum!..
Sen öldün ya!
Öldüğüne hiç, ama hiç inanmadım! Hem de bunca ölüm görmeme rağmen!..
Senin ölebileceğini düşünmek için henüz çok erkendi.
Bana şaka yaptığını zannederek, oturup dönüşünü bekledim… Ama sen gelmedin!..
Gelmek istemedin veya gelemedin!..
Bense, hala seni bekliyorum!..
* * *
Evet, yine aynı hatayı yapıyorum…
Sözde bir ayrılık şiiri yazacaktım. Ama kalemim yine bana ihanet ederek, dönüp dolaştı ve seni karşıma oturttu:.. Sevgili Babacığım! Ve kabul etmek istemediğim ölümünü…
Nedense bu gerçeği kabul edemediğim gibi ondan kaçamıyorum da!..
Her gün tekrar tekrar ölümünü yaşayarak sanki yavaş yavaş ben de ölüyorum! Veya öldüğümü zannediyorum…
Nedense ölümünden kendimi sorumlu hissediyorum?!.
Belki de nedensiz bir suçluluk duygusudur bu…
Bir bilsen o an yanında olmayı ne kadar çok isterdim…”Belki sana yardım edip, kurtarabilirdim” düşüncesi beynimi kemiriyor ve uykularımı kaçırıyor…
Ama ne yazık ki sen, hiç kimsenin bulunamayacağı bir mekanda, hiç kimsenin sana ulaşamayacağı bir zamanda ölümle kucaklaştın…
Sanki ölümünle bile hiç kimseyi rahatsız etmek istemedin…
Ben isteseydim de yanında olamazdım. Aramızda uzun mesafeler vardı. Sınırlar bizi ayırıyordu… Benim hiçbir zaman hatırlamak istemediğim o ülkede, Bulgaristan’da; hiç- bir zaman sevmediğim babanın evinde, seni hiçbir zaman sevmeyen babanın öldüğü odada ve yatakta, bir kalp krizine yenildin!..
Kaderin kötü bir cilvesi…
Okula başladığımda en çok sevdiğim ders kardiyolojiydi… Bugüne kadar meslek hayatımda, kalp krizi geçiren birçok hastaya yardım ettim. Ne acı ki sana edemedim…
İnan ki bunları düşünmeden edemiyorum!.. Hatta bazen mesleğimden bile nefret ediyorum…
Eğer insan sevdiklerine yardım edemezse, o hayatın anlamı olur mu? Mesleki başarılar onu mutlu eder mi?..
Ama ne yazık ki hayat devam ediyor… Yaşamak ve çalışmak zorundayız…
Her gün gerçeklerle boğulsak da yüreğimiz kan ağlasa da gülümsemek zorundayız:..
hayata, kendimize, insanlara…
Bunları bana sen öğretmiştin baba!..
“İnsan işine aşık olmalı”, diyordun…”Her gün heyecanlanmalı ve her gün küçücük de olsa bir güzellik yaratmalı…”
Evet, sen öyleydin! İşine aşıktın… Sabırla, yavaş yavaş binalar, evler yaparak insanları mutlu etmeye çalışırdın!.. Kendin mutlu olmasan bile!..
Biliyor musun, bugün o senin çok sevdiğin hastanedeki nöbetimde, bir hastamla ilgilenirken düşündüm bütün bunları…
Hasta hemen hemen senin yaşındaydı. Bir kalp krizi geçirmişti ve onun yarattığı ritim problemleriyle savaşıyordu…Ölmemek için var gücüyle direniyordu…
Çok zor ve riskli bir savaştı…
İkide bir kalbi “titremeye” başlıyordu ve biz de sık sık elektrik dalgalarını uyarmak için göğüs kafesine yumruk indiriyorduk…
Elimin ne kadar ağır olduğunu bilirsin. Herhalde bir iki kaburgasını kırdım… Ama önemli olan kalbin uyarılmasıydı…
Bu da yeterli olmadığı zaman da elektroşok peşine elektroşok uyguluyorduk… Hasta odası buram buram yanık et kokuyordu…
Adamın şuuru açıktı ve canı acısa da bol bol gülümseyerek, sürekli konuşuyordu.
Tıpkı sana benziyordu… Senin gibi yeşilimsi gözleri vardı ve kocaman elleri… Parmakları da kalındı…
Hani hatırlarsın ya! Ben küçücük elimi seninkiyle kıyaslamaya kalktığımda, senin parmaklarını köfteye benzetirdim…Köfteyi pek sevdiğimden değil tabii ki!.. Tam tersine…
Yüzü de kırmızıydı. Seninki gibi!…
O sözde sürekli gergin ve kızgın yüz ifadeli maskenin altında, istemesen de sırıtan sımsıcak yüreğin…
İnşaat mühendisiydi ve birçok güzel binaya imzasını atmıştı…Hatta onu iyileştirirsek, bize birer ev yapmayı vaat ediyordu…
Biliyor musun baba, onu kurtardık!.. Allah biliyor göğüsüne kaç yumruk indirdik ve en azından 40 defa elektroşok uyguladık… Ama kurtardık!…
Bu beni hem mutlu etti, hem de acı verdi…
Seni düşündüm ve istemeden hastanın çocuklarını kıskandım… O an onların yerinde olabilmek için her şeyimi verebilirdim!..
Nöbetim bittiğinde, hastamla buruk bir şekilde vedalaştım… Bir kez daha yüzüne bakarak, yatakta senin yatmadığını gördüm…
Hasta gülümseyerek, kırık kaburgalardan dolayı ona borçlu olduğumu söyledi… Bana vaat ettiği evi eksik yapacağını söyleyerek, espri yaptı…
Sen babacığım, yanımda olmadığın zaman evim zaten her zaman eksik olacak!..
Mutluluğu gözlerinden fışkırıyordu… Ayağa kalkacağını ve hayata bıraktığı yerden devam edeceğini düşünerek heyecanlanıyordu…
Öyle ya! Hayat devam ediyordu!..
Sen öldün diye, o da ölmek zorunda değildi!..
* * *
Sen gittin ya!
Yüreğimde kocaman bir boşluk açıldı ve hiç kimse onu dolduramadı…
Sen gittin ya!
Başka hiç kimseyi sevemedim! Sevmek istemedim!..
Ve hiç kimseye inanmadım!.. İnanmak istemedim!
Yeni bir terk edilişten korktuğum için!..
Sen öldün ya!
Ben ölmedim! Ölemedim! Hala yaşıyorum!.
0 Comments