Küçük bir çam ormanı. Vakit sabah. Arı, sinek, kuş sesi. Bir siyah gözlükten görülen yerde ve ağaçlarda güneş parçaları. Sonra uzak, göğün kendi renginden biraz daha koyu kıyılara giden hudutlu bir deniz.
İşte böyle bir yerde köyün insanlarını düşünüyorum. Kitaplar bir zaman bana insanları sevmek lazım geldiğini, insanları sevince tabiatın, tabiatı sevince dünyanın sevileceğini, oradan yaşama sevinci duyulacağını öğretmişler.
Hayır, şimdi insanları kitapların öğrettiği şekilde sevmiyorum. Kitaplar dediğime bakıp da büyük ilmi kitaplar yahut da dört meşhur kitaptan birisini okuyup iman ettiğim sanılmasın. Şiirler, romanlar, hikayeler, masallar bana bu ilmi tahsil ettirmişlerdi. Beyinin vapurdan iner inmez çantasını kapan uşaktan iğrenmeyi, sabahleyin altı buçukta tabiatla kavga için sokağa fırlayan adam, isterse akşama kadar insanları aldatmak için didinsin. Kaç para eder. Gözümde, milyonu olsa da kalp para ile metelik etmez.
Şimdi artık kimi sevdiğimi, kime saygı duyduğumu biliyorum. Günlerden beri kafamı bir adam kaplıyor. Köyde ona ”Kör Mustafa” derlerdi. Bir gözü sola doğru biraz kaymıştı. Sağ tarafın beyazı ile göz kapağa arasına ciğer kırmızısı bir et parçası oturmuştu.
Böyle mi doğmuştu, yoksa çocukken mi bir şey batmıştı? Bu arızalı göz, öteki gözlerden daha parlaktır, daha siyah, daha canlı, daha zekidir. Bana bir kamburu hatırlatıyor bu göz; tuhaf değil mi? Bir kambur insan çirkinidir ama bütün kamburlular iyi yürekli, sevimli insanlardır. Arkadaş canlısıdırlar, şenlerdir. Ne severim kamburları!
İşte Kör Mustafa’nın bu gözü de bir kambur insanın ruh hallerini içine sindirmiş, şıkır şıkır, pırıl pırıl, sevimli, çapkın, canlı bir gözdür. Öteki doğru dürüst göz, onun yanında mahçup, sönük, tatsız tuzsuz, pek de kibirlidir.
Kör Mustafa bahçede çalışır, gündeliğe gider, sarnıç sıvar, dam aktarır, kuyu kazar…
Bizim köyün lodos tarafı gayri meskundur. Orada fundalar, yabani meşe palamutları, koca yemişler, çalı süpürgeleri bir türlü ağaç haline gelemeden ama ağacı taklit edercesine gelişir, birbirinin içine girmiş yaşarlar. Bu bu fundalıkları bizim diye arada bir dolaşır. İsteyen olursa ucuza kiraya verir. Ama kimse kiralamaz. Çünkü orman memuru buraları Orman Kanunu mucibince orman addeder. Aralarında üç beş ufacık çam ağacın boğulduğu yabani, cüce, oduna bile gelmez çalı çırpı orman memurun, Orman Kanunu’nun sayesinde mesut yaşarlar.
Kör Mustafa nasıl becerdi bilmem… Denize diklemesine inen bu çalının bir kısmını ne pahasına ayıkladı biliyor musunuz; tırnakları pahasına. O çalı çırpının sere serpe geliştiği, bu denizlere diklemesine inen toprak öyle taşlık, öyle taşlıktı ki… Sonra Mustafa gündüzleri başka yerde çalışmak mecburiyetinde idi.
Akşam olunca çalıların arasına sakladığı kazmasını alıyor, gün ağarıncaya kadar söküyor, koparıyor, kazıyordu. Kazdıkça kaya, kazdıkça taş. Bütün bir yaz, bütün bir kış, orman memurunun tazyiki, çalı, palamut, defne, koca yemiş, diken, ot, kök ona karşı koydular. Bu korkunç mücadeleye üç evlek toprak için Mustafa’dan başka bizim köyde kimse girişemezdi.
Kaya bitip de yumuşak, esmer pembe bir funda toprağı bir karış meydana çıkınca bir meşe palamudunun korkunç yılan gibi kökü önüne çıkardı. Onu sökünce orman memurunu karşısında bulurdu. O gidince zehirli bir diken başparmağını şişirirdi. Kazma körlenir, kürek bulamaz, taş yar gibi yığılırdı. İnsan büyüklüğünde bir kaya yumuşak toprağın üstünde, altındaki bir insan büyüklüğünde cüssesini hiç belli etmeden yosunlu yüzeye dikilir. Omuzları, tırnakları, ayakları, göğüsü, sırtı, bütün kuvveti ile dayanır, onu yener, yıkardı. Kazma iş görmediği zaman yumruğu yetmediği zaman parmakları, parmakları kalın geldiği zaman tırnakları ile toprağı tırmalardı…
Bir sonbahar günü baktık ki küçük çam ağaçları filizi, körpe diken yapraklarıyla üç beş koca yemiş cıngıl cıngıl yemişleriyle yer yer esmer, pembe kül rengi toprağa saye salar. Biz görenler: Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur dedik.
Bilemedik ki dişle, tırnakla, kanla, canla tabiat denilen canavarı yenmek lazım gelir. Bendeniz bu mücadeleye şahidim. Mustafa’nın kör gözü hiddetten ala bulandığı günleri hatırlıyorum. Hey aslan Mustafa der, uzakta bir çam gölgesinden korkunç kavgayı seyrederdim. Bu kavga Romalı esirlerin aslanla dövüşmesinden şu itibarla farklı idi kiRomalı esir arslana bir çeyrek saat içinde, bazen ümitsizlikten, bazen ümitten yeniliyordu.
Bir sabah her zamanki çamın altına vardım ki bir köylü kadın, üç ayrı çıplak çocuk garip bir takım taşlar, tahtalar, saçlarla birşeyler yaparlar. Bu, her tarafından poyraz, lodos, gündoğusu, keşişleme, yıldız, karayel rüzgarı gören bir evdi. Mustafa arkasına yeşiller giymiş güçlü kuvvetli bir kadın takmış, üç evleğine çizgiler, ocaklar taşıyordu.
”Aslan Mustafa, dedim. Su buldun mu, su?”
”Deniz kıyısında eski bir koyu vardı. Tuzlu bir parça ama idare deceğiz. Şuraya bir sarnıç kazabilsem…”
Onu gördün mü toparlanıyor, hayret, sevgi ve saygı ile bakıyorum. Koca yaylamızın üzerinde böyle milyonlarca insanın tırnakları, nasırları, çirkinlikleri, tek gözleri, tek kollarıyla bir ejderha ile kavga etmek için bekleştiklerini düşünüyorum.
Küçük hanımlar! Bugünlerde bir gün nişanlınız size koyu al renkli karanfiiler gönderecektir. Dikkat edin, belki de Mustafa’nınkilerdir.
Küçük beyler! Domatesler göreceksiniz çarşıda. Elmalar, ferik elmaları gibi kokulu, şekerli tatlıdır. Keserseniz içinde çekirdekleri altın gibi parlar. Belki de lokantada bir gün şişelere doldurulmuş bir domates suyu içersiniz ve tadını fevkalade bulursunuz. Yunan tarılarının ölmemek için içtiği nektar lezzetini hissedersiniz emin olun ki Mustafa’nın domateslerinden bir tanesi içtiğiniz suya katılmıştır…
0 Comments