Kayıkçı – NEDİM GÜRSEL


0

İskelenin üzerindeki lokantada denizin içinde gibiydiler. Beyaz örtülü masada kırmızı karpuzlu bir lamba, çevresinde mavi iskemleler vardı. Genç kadınla çocuk adamın karşısına oturmuştu. Kıvırcık saçlı, tatlı bakışlı kız çocuğuyla annesi. İkisi de sarışındı. İkisinin de tenleri beyazdı. Sokaklarında yanık tenli kadınların dolaştığı bir tatil kasabasına başka bir gezegenden gelmiş gibiydiler. Çocuğun iskemleden sarkan ayakları yere değmiyordu. Beyaz etek giyinmişti, yazlık patikleri pembe, ayak tırnakları ojeliydi. Sürekli bir şeyler söyleyip duruyordu. O konuştukça annesiyle babası susuyordu. Onlar sustukça daha çok hışırdıyordu kavaklar. Körfez’e demirlenmiş tekneler ay ışığında sallanıyordu.

Birden dindi rüzgar; gün boyu güneşin kıldırdığı kayaların arasındaki mavi kapılı, mavi pencereli beyaz evler sessizliğe gömüldü. Çocuk konuşuyordu hala. “Baba bak aydede!” diyordu. İster istemez başını kaldırıp bakıyordu adam. “Baba”, diyordu çocuk, “bak gece!” Evet geceydi. Geceye nasıl bakması gerektiğini bilemedi. Denize çevirdi bakışlarını. Su ay ışığında pırıl pırıldı. Yaprak kıpırdamıyordu ağaçlarda. Masanın ortasındaki büyük tabakta roka salatasıyla limon ve büyük baş kırmızı soğanların arasında levrek de kımıldamıyordu. Lambanın karpuzundan yansıyan ışıkta kırmızımtırak bir renk almış, öyle upuzun, sere serpe yatıyordu. Belirsiz bir noktaya yöneltmişti bakışlarını. Adam kılçığını sıyırıp çocukla annesi arasında paylaştırdı levreği, kendisine de yanaklarını ayırdı.

“Baba”, dedi çocuk, “bak ölmüş!” “Evet kızım” diye yanıtladı. Kadın, “Çok şükür, biz yaşıyoruz” der gibi, yaşıyor olmaktan çok mutlu değilmişçesine içini çekti. Sonra adama bir şey söylemek istedi ama o bütün ilgisini çocuğun üzerinde yoğunlaştırmıştı. Her hareketini izliyor, sorularına anında karşılık veriyor, kadının sitem dolu bakışlarından gözlerini kaçırmak için elinden geleni yapıyordu. Bu arada buz dolu kovada soğuyan beyaz şarap şişesinden kadının kadehini, rakı şişesinden de kendininkini doldurdu. Çocuk, “Baba, bu ne?” diye sorduğunda, “Ayran kızım”, diye cevap veriyordu. Çocuk ısrarla, “Bu ne?” diye sormaya devam ediyordu. Bildiğini, öğrendiğini babasına onaylatmak değil, sabrını sınamak için de değil, hazır babasını bulmuşken ona kendisini göstermek için. Sonunda kadın girdi araya, “Elinin körü!” diye çocuğa çıkıştı.

Adamın yüz çizgileri gerildi, sesini yükselterek, “Güzel konuş kızımla”, dedi. Kadın oralı olmadı önce, bakışlarını körfezde demirlenmiş teknelere çevirdi, derken hışımla, adamınkinden daha da yüksek bir sesle, “Ayda yılda bir gördüğün kızınla mı?” diye sordu.

Adam bu tepkiyi bekliyormuş gibi anında yapıştırdı cevabı: “Yılda değil, ayda bir”.

”Her ne hal ise, bak çocuk nasıl hissediyor yokluğunu. Önüne gelene, ortada fol yok yumurta yokken, benim babam var” diyor.

Adam şakaya vurmak istedi, “Ortada fol da var yumurta da, yoksa nerden geldi bu çocuk”, diyerek, ama kadının öfkeli bakışlarına takıldı, yanaklarının tadı hala damağında kalan lüferi belki bu sabah, belki de dün gece ağa takıldığı gibi sustu sonra, bir şey söylemedi. Kadın yine öfkeli bir sesle: “Her gün uğraşsaydın, altını temizleyip giydirsen, yedirseydin, anlardın folu da yumurtayı da”.

“İyi tamam, kavga için bahane aramana gerek yok”.

“Senin bu çocuğa babalık yapmana gerek var mı?”

“Ah benim kızım, bir tanem”, diyerek çocuğa yöneldi adam, “söyle bakayım anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?” Hiç duraksatmadan, “Babamı”, dedi çocuk, üstüne bir de güzel gülümsedi. Aralık ön dişleri ortaya çıktı ortaya. “Aferin benim güzel kızıma!”

Kadın somurtuyordu. Derken gözlerinden bir pırıltı geçti. Kızının aslında onu daha çok sevdiğini, inat olsun diye böyle söylediğini bilmenin rahatlığıyla, “İyi öyleyse”, dedi yumuşak bir sesle, “uykun geldiyse baban sallasın seni”. Çocuk olur anlamında kirpiklerini kırpıştırdı. İskemleden ayağa kalkıp babasının yanına geldi, kucağına tırmanmaya yeltendi. Bu beklenmedik durum karşısında ne yapacağını şaşırdı adam. Çocuk kucağına yerleşmiş, rakı bardağıyla oynamaya başlamıştı bile. “Dokunma ona”, diye çıkıştı.

”Bu ayran” dedi çocuk. ”Evet ayran”.

İşaret parmağıyla dolunayı göstererek, ”Bak ay” dedi. ”Evet kızım, ay”.

”Ay! Ay! Canım yandı!” diye haykırdı kadın. Bu kez şaka sırası ondaydı.

Çocuk ellerini çırparak, ”Ay! Ay!” diye bağırmaya başladı.

”Bu hep böyle mi?” diye sordu adam. ”Ya ne sanmıştın?”

”Susturabilene aşk olsun ha?”

Kadın karşılık vermedi. Çocuk iyice yerleşmişti babasının kucağına. Aya bakıyordu. Ay çok daha güzeldi. Derken babasının kucağında uyuyuverdi. Annesi bir şal istedi garsondan. Kırmızı şalı boş iskemlenin arkalığına astı. ”Hadi bakalım” dedi adama, ”salla biraz”.

Adam bu öneri karşısında şaşırdı, ne yapacağını bilemedi. Neden sonra, ”Uyuyor zaten”, dedi ve sol eliyle kadehini doldurdu. Sağ eliyle çocuğu belinden sarmıştı.

Kadın yerinden kalktı, boş iskemleden şalı alıp yanındaki iskemleye serdi, ayaklarını uzattı sonra. ”Ver bakalım” dedi. Adam tedirgindi hala. Çocuğu annesinin ayakları arasına yatırınca rahatlar gibi oldu. Ay alçalmıştı biraz, tepeler kararıyordu ama deniz pırıl pırıldı hala. Bir yakamoza takıldı bakışları. Kadın çocuğu yavaşça sallamaya başladı. Bir yandan da ninni söylüyordu:” Fış fış kayıkçı!”

”Nerden çıktı şimdi bu?” dedi adam.

Kadın, ”Çocuk mu?” diye sordu gülümseyerek. ”Nerden olacak, girdiğin yerden”.

Adam kasıklarında bir sıcaklık hissetti. Kadının içideyken, altında hazdan kıvrılan gövdesi düştü aklına. Karşısında ninni söyleyen o kadın değildi sanki, bir anneydi. Kızının annesi.

”Ninniyi kastetmiştim”.

Bilmezden gelerek, ” Ya öyle mi?” dedi kadın. Yumuşacık bir şeyler geçti adamın içinden. Gözleri buğulandı. Bir dikişte bitirdi kadehini. Annesini anımsadı. Uzakta, çok uzaklarda, göl kıyısındaki bir taşra kasabası düştü aklına. O kasabadaki evlerinin yarı karanlık odasında duymuştu ilk kez bu ninniyi. Kayıkçı hayalinde her gece gölün karanlığından çıkar gelir, “fış fış” eden küreğiyle onu zorla alıp götürmek ister ama annesi bırakmazdı. Soğukta sıkıca sarıp sarmalardı her yanını. Üstünü örter, dua edip üflerdi. Korkardı kayıkçıdan, en çok da “dış dış” sesinden. “Fış dış kayıkçı/ Kayıkçının küreği/ Tıp tıp eder yüreği/ Akşama fincan böreği”.

Şimdi aynı ninniyi kızına söylüyordu annesi. Onun değil, kızının annesi elbette. Ama sözcükler kendi annesi söylüyormuş gibi yumuşak, gizemliydi. Deniz’in dibinden geliyor gibiydiler. Çocuk dalıp gitmişti çoktan ama ninni etkisini sürdürüyordu.

“Yeter artık”dedi kadına, “sonunda beni de uyutacaksın”.

“Senin gibi uyandığı uyutmak için ninni yetmez”.

Bu buluşuna sevindi kadın, gözlerinin içi güldü. Lafı tam da gediğine oturtmanın keyfiyle bir yudum şarap içti. Lüferden de çatalıyla bir parça koparıp ağzına attı.

“Lezzetli mi?” diye sordu adam. Kadın cevap vermedi. Evet anlamında başını öne eğdi. Sonra çocuğu kucaklayıp kalktı, ne halin varsa gör der gibi, “Ben yatmaya gidiyorum” dedi.

Adam yalnız kaldı masada. Salt bu masada değil, hayatta da yalnız olduğunu düşündü. Sürdüremediği beraberliklerden ibaretti hayat. Anlık hazlardan, kaçamaklardan, otel odalarıyla içki masalarından ibaret. Bir çocuktan ibaret değildi. Sözcüklerden, anılar ve acılardan ibaretti. Bir de doğanın güzelliğinden. İyi ki vardı doğa. Yavaşça esnemeye başlayıp kavakları yeniden hışırdatan rüzgar, karşı tepenin sarp yamaçları, deniz ve ay ışığı. İyi ki vardı bütün bunlar, gerçektiler. Bir başka gerçek olmayan, ellerinin arasından kayıp giden, bir de içkinin verdiği geçici rahatlama.

Rakı şişesini bitirip yenisini ısmarladığında ay da battı. Karşı tepenin ardından kaybolup gitti. Bir süre haresi kaldı ardından, sonra o da karardı. Deniz karanlığa gömüldü. Teknelerin ışıkları da çoktan sönmüştü. Masadaki kırmızı karpuzlu lambanın ışığı iskelenin ayağına vuruyor, çakıl taşlarını ve yosunları aydınlatıyordu. Işığın olmadığı bir dünya düşündü. Karanlığın ötesinde derin, mutlak bir karanlık. Oraya giden bir sandal hayal etti. Kayıkçı küreklere arandıkça suları yara yara ilerliyordu. Ayaktaydı. O ise tam karşısına oturmuş, oturmuş da bir ninni tutturmuştu: “Fış fış kayıkçı!”

Birden kızını özlediğini  fark etti. Geri dönmek istediğini söyledi kayıkçıya. “Artık çok geç bayım”, diye karşılık verdi kayıkçı ve var gücüyle küreklere yapıştı. Durgun suyun üzerinden kayıp gittiler.

 


Like it? Share with your friends!

0
Meliha Doğu

0 Comments

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir