Kaybetmek


0

‘’Seni erkeklerden vazgeçirebilecek kadar sevmiş olduğun adamı çok merak ediyorum’’ dedi adam.

Aradığı cevabı o güzel gözlerinde bulmak istercesine uzun uzun baktı…

Kadın gülümsedi ve önündeki dosyaları çantasına koyup, çıkmaya hazırlandı.

‘’Fazla merak iyi değildir. İnsanı dert sahibi yapar. Toplantımız bittiğine göre ben çıkıyorum. Oğlumun tenis maçına yetişmem lazım. Öğleden sonra evde çalışır, konuyla ilgili dosyayı yarın sabah masana bırakırım. Hoşça kal!’’ dedi.

Adam onun gitmesine engel olmak, ona hissettiklerini anlatmak, sarılmak istiyordu, ama sadece gülümseyerek arkasından elini sallayabildi.

Aşıktı bu kadına! Hem de deliler gibi…

Her an onu düşünüyor, hayaller kuruyordu. Her halini yüreğinde resmetmişti- gülerken, konuşurken, dosyalara gömülüp çalışırken, yürürken, yemek yerken…

On yıldır birlikte çalışıyorlardı.  Çok iyi anlaşıyorlardı, ama birbirini fazla tanımıyorlardı.

Birisi ona ortağını anlat dese’’Üç çocuk annesi, evli ve mutlu bir kadın tablosu çiziyor’’ derdi.

Ama gel gelelim kocasını kimse tanımıyordu, bir kez bile olsun onları birlikte gören olmamıştı…

‘’İnsan ortağını, eriyip bittiği kadını daha iyi tanımalı’’ diye düşündü.

‘’Bunu öğrenmenin zamanı çoktan geldi. Hem belki de öğrendiklerim şansımı artırır, ona açılıp kavuşmam için sebep olabilir’’ diye düşündü ve umutla yerinden kalktı.

Arabasına koştu ve sevdiği kadının peşine takıldı. Bir gölge gibi uzaktan takip etmeye başladı.

Gerçekten oğlunun maçına gitmişti. Maç sonrası da anne-oğul bir şeyler içip, gülümseyerek sohbet etmişlerdi.

O kadar mutlu görünüyorlardı ki imrendi. Yanlarına gidip, o mutluluktan bir damlacık da olsa tatmak istedi.

Sonra alışveriş merkezine gitmişler, arabayı sebze ve meyve dolu poşetlerle doldurmuşlardı.

Bir evin önünde arabayı park ettiklerinde, birbirine çok benzeyen iki kız çocuğu onlara doğru koştu.

Bir ressamın tablosundan çıkan ve ortalığı aydınlatan ışıklar saçan melekler gibi annesini kucaklayıp, eve sürüklediler…

İki saat kadar evin önünde arabasında bekledi. Tam gitmek üzereyken onu kızların ellerinden tutmuş çıkarken gördü.

Konuşmalarından kuaföre gittiklerini anladı. Orada bir-iki saat oyalanacaklarını hesaplayarak, takibinin en önemli kısmını gerçekleştirmek için harekete geçti.

‘’Bakalım bu koca gerçekten var mı? Yoksa sadece bir hayal veya masal mı?’’

Umutla, zaferine bir adım daha yaklaştığını düşünerek heyecanlandı.

Arabadaki fotoğraf makinesini eline aldı ve sevdiği kadının kapısını çaldı.

‘’Baba! Bir gazeteci seni görmeye gelmiş! İçeri alıyorum!’’ diye seslenen oğlan, onun bir şey söylemesine fırsat vermeden salona götürdü.

Şaşkın şaşkın peşinden yürüdü ve kendini kocaman bir salonun içinde buldu.

Koltukta, kucağında bilgisayarla oturan adamı görünce kalbi sıkıştı ve nefes, daraldı.

Adamın kolları yoktu ve bilgisayarı ayaklarıyla kullanıyordu.

‘’Sizi bugün beklemiyordum, ama gelmişiniz artık. Ziyanı yok! Anlaştığımız gibi ama fotoğraf çekmek yok’’ dedi.

O da ‘’Tabi! Tabi…’’ diye cevap verdi ve en yakın koltuğun üzerine çöktü.

Başı dönmeye başladı. Düşünceleri beyninde ışık hızıyla dolaşmaya başladı.

Duvardaki resimlerden de kiminle karşı karşıya olduğunu anladı.

İstanbul’un en muhteşem ve en çılgın projelerin ünlü mimarı karşısında oturuyordu.

‘’Ben bilmiyordum’’ diye fısıldadı.

‘’Üzülmeyin! Kimse bilmiyor zaten. Kazadan sonra kimseyle görüşmediğim için pek bilen yok. Sadece doktorlarım ve ailem. Onlar da,  duyulmaması için bana çok yardımcı oldular’’ diyen adam ona mutlu mutlu gülümsüyordu.

‘’Düne kadar bilinmesini istemedim. Yıllardır da evimden dışarı çıkmadım. Durumu kabullenmem ve alışmam uzun sürdü. Hele hele karım ve çocuklarım olmasaydı, belki de yaşamazdım.

Benim karım bir melektir! Sevgisiyle beni yaşatmak için yaşamın kendisiyle savaşmayı öğretti. Her gün hayata bağlanmam için yeni bir sebep yarattı. E, bana da o sebeplere sarılmak kaldı.

Nietsche boşuna ‘’Yaşamak için sebebi olan herkes, hemen hemen her koşula katlanır’’ dememiş.

Ben de gerçeklerle yüzleşip, hayatla barıştım ve bakın oturduğum yerde harikalar yaratıyorum’’.

Bilgisayarın ekranını ona doğru çevirerek konuşmaya devam etti: ‘’Bu benim en son projem. Siz de zaten benimle bu projeyle ilgili konuşmak istiyordunuz değil mi?’’ diyen adama şaşkın şaşkın baktı.

‘’Ben aslında gazeteci değilim’’ demeye başlamıştı ki gürültüyle kızlar ve peşlerinde annesi salona daldılar.

‘İşte benim  prenseslerim bunlar!  Ne güzel de süslenmişiniz böyle! Anlaşılan bu gece beni dünyanın en mutlu erkeği ilan etmek için yarışa girdiniz’’ dedi ve kızlarıyla karısını büyük bir özlemle öptü.

‘’Hayatım, neler anlatıyorsun sen benim ortağıma? Yoksa beni mi, şikayet ediyordun?’’ dedi kadın ve kocasına sarıldı.

Adam kahkahalar atarak:’’Hay Allah, ben onu gazeteci zannettim ve hayat hikayemi bi güzel anlattım. Canınızı sıkmadım inşallah?’’ dedi.

Huzursuzca yerinden kalktı: ‘’Yo, hayır! Ben aslında acil bir seyahate çıkacağımı söylemeye gelmiştim sadece…’’ diye kekeledi.

Çok üzgündü. Kendinden öyle utanıyordu ki…

Neler tasarlamış, neler düşünmüş ve nelerin fantezisini kurmuştu.

Şimdi ise yok olmak, yerin dibine girmek istiyordu.

‘’Sizi hiçbir yere bırakmayız! Bugün bizim evlilik yıldönümümüz. Bakın prensesler süslenmiş, partiye hazırlanmış… Hadi, hep beraber güzel bir gece geçirelim!’’ diyen adamın yüzüne bile bakmadan:

’’Sözüm var! Gitmeliyim!’’ dedi ve koşarcasına dışarı çıkıp, arabasına bindi.

Evine gidip, soğuk bir duş aldıktan sonra ancak kendine gelebildi.

Çıkmak zorunda olduğu seyahat için hazırlanırken bir Meksika atasözünü hatırladı: ‘’Kişi oynamayı öğrenmeden önce kaybetmeyi öğrenmelidir’’.

Evet, o sevgi oyununu kendi kendine oynamaya kalkışmıştı.

Kendi kendine sevdiği kadının peşine dedektif gibi takılıp, bütün erkeklerden vazgeçebilecek kadar sevdiği adamı tanımıştı…

Ama bu da onun kadınlardan vazgeçebilecek kadar sevdiği kadını kaybetmesine sebep olmuştu…


Like it? Share with your friends!

0
Meliha Doğu

0 Comments

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir