Kimlikte Nurşen – Şermin Yaşar


4

Bu yıl kırk yaşımı tamamlayacağım ve hayatımın neredeyse tamamını kendi ismimden korkarak, kaçarak geçirdim. Çocukluğuma dair hayal meyal hatırladığım, ölünce bile unutacağıma ihtimal vermediğim, artık beynimin bir kıvrımına dönüşmüş anılarım. Müsaitseniz ilk önce onlardan başlayayım.

Yengemin memelerini emerek başladım bu hayata diyerek verelim girizgahı. Amcamın karısına yenge demem gerekiyor, ama ben sütanne diyorum. Çünkü benden iki ay büyük bir kızı var, Nihal. Beni de Nihal’le birlikte o emzirmiş. Annem beni emzirmemiş. Babaannemden laf arasında birkaç kez duydum. Sütü göğüslerinden taşmış, kazağını ıslatmış annemin, ama yine de emzirmemiş. Sonra kurumuş gitmiş süt. Beni usulca sütannemin kucağına bırakmış babaannem. Zaten hatırladığım iki kucak var, biri babaannemin, biri de sütannemin kucağı. Annem ve babam ben bebekken ölmüşler, demek isterdim. Hatta çok arzu ederdim böyle olmasını ama hayattalar. Varlar ama anılarımda yoklar. Olanlar, dediğim gibi zihnimde yapışıp kaldı, onları sökemiyorum. Annemin, evi süpürürken bacaklarımı yerden kaldırmam için süpürgeyle bacaklarıma vurduğu bir sahne var aklımda. Yeşil çiçekli divan örtüsü, divanın ucundan sallanan bacaklarım. Pantolonum, eteğim, çıplak bacaklarım, çıplak ayaklarım, kırmızı çoraplarım, beyaz çoraplarım, sarı çoraplarım, yün çoraplarım, bütün çoraplarım ve aynı süpürge ile bana doğru gelen, bacaklarıma vuran annem. Yani demek istiyorum ki muhtemelen:”Yavrum kaldır bacaklarını da halıyı süpüreyim”. Sonra ben divandan kalkıp alt kata, babaannemlere iniyorum. Akşama kadar orada kalıyorum ve sevgi isteyen evcil köpekler gibi başımı babaannemin kolunun altına sokuyorum. En belirgin anılarımın başında bu geliyor. Alışveriş merkezlerinde beyaz eşya mağazalarını gezerken süpürgelerin önünde dikilip kalıyorum şu yaşımda. Annem süpürgelerin arasından çıkacakmış gibi geliyor.

İlkokula başladığımız sabah var aklımda mesela. Babaannemlerde uyanıyorum o sabah. Çoğu zaman orada uyuyup kalıyorum zaten. O gün de öyle olmuş ama benim dışımda diğerleri de orada. Babam, amcam, sütannemin, Nihal. O da benimle birlikte başlıyor okula. İkimizin de önlüklerini giydiriyorlar. Saçlarımızı iki yandan örüyor sütannemin. Nihal’in saçları daha güzel örüyor sanki. Bunun farkına varıyorum çoğu zaman. Aslında öyle yapmıyor, bunu şimdi buradan baktığımda, bu yaşımda düşündüğümde görebiliyorum. Ama o zamanlar Nihal’e ait olan her şey daha güzel, daha fazla görünüyordu gözüme. Sanki sütannem onun tabağına daha fazla yemek koyuyordu, sulu köftenin etleri daha fazlaydı sanki onun tabağında, bende ise patates ağırlıktaydı. Beraber uyuduğumuz geceler üzerimize örtülen yorgan da Nihal’in tarafı daha sıcak, kahvaltılarda onun ekmeği daha yumuşaktı. Saçlarımızı hep sütannem örüyordu. Ama Nihal’inkiler daha güzel duruyordu, benim saçlarım alnımdan çıkışıyordu. Bunun sebebini saçlarımın kısalığında değil, annemin ilgisizliğinde değil, sütannemin dikkatsizliğinde arıyordum. O sabah, babam ve amcam işe gidiyorlar, biz onlardan sonra çıkıyoruz evden. Sütannemin bir elinden Nihal tutuyor, diğer elinden ben. Babaannem geçiriyor bizi, sözleriyle, gözleriyle seviyor. Birkaç ev geçiyoruz, sonra ona bir kez daha gülmek için arkamı dönüyorum. Önce apartmanın kapısındaki babaannemi görüyorum, sonra üçüncü katın balkonundaki annemi. Pijamalarıyla balkonda. El sallamak için elimi kaldırıyorum, “Annneee ” diye bağırıyorum. Ama o bana bakmıyor, yere bakıyor, balkondan aşağıya bakıyor. Sütannem, “El salla hadi babaanneye Nurşen” diyerek havada kalan elimi tutup öpüyor sözleriyle. O sabahı unutmuyorum ve okul hayatımın diğer bütün sabahlarını…

Babaannem birinci katta oturuyor, Nihal’ler ikinci katta, annem ve babam üçüncü katta. Ben tam olarak hangi katın çocuğuyum bilmiyorum. Üç katlı binanın ayakkabılıkları girişte, ayakkabılarımızı orada çıkarıp yukarıya çıkıyoruz. Aralarda kilimler var, babaannem kilimleri kendisi dokumuş gençliğinde. Bütün daire kapıları aralık, babaannem sütannemlere istediğinde girebiliyor, sütannem de babaannemlere. Bir tek üçüncü kata kimse çıkmıyor. Üçüncü katın ilk basamağında kapan var sanki. Sütannem bana o basamaktan “Nurşeeeen” diye sesleniyor. Babaannem bana oradan sesleniyor. Koşarak iniyorum. O ilk basamağı inerken de çıkarken de atlıyorum. Bana göre lanetli bir basamak o. Apartmanın içi Nihal’le ikimizin oyun yeri. Bebeklerimizi alıp kilimlerin üstüne oturuyoruz. Oyun oynarken ben anne oluyorum, çünkü apartmanın içi benim evim. Diğer bütün kapılar da misafir, ama o arada kendi evimdeyim. Bebeklerimi sütannemin Nihal’i sevdiği gibi seviyorum.

Ödevlerimizi Nihal’lerde yapıyoruz. Her gün. Sütannem gösteriyor nasıl yapılacağını. Bilmese de gösteriyor. İyi kadın o. Ama bazen ona da bir şeyler oluyor. “Hadi sen eve git artık Nurşen” diyor, ben de toparlanıp eve çıkıyorum. Bir gün kompozisyon yazıyoruz. Düz beyaz kağıdın altına sütannemin cetvelle ve tükenmez kalemle  çizdiği çizgili kağıdı koyup yamuk yazmamaya çalışarak, dolmakalemle yazıyoruz. Dolmakalemlerimizi amcam aldı, ikimize de birer tane kalem, birer şişe mavi, birer şişe de kırmızı mürekkep. Mürekkeplerimiz sütannemin vitrininde duruyor. Doldurmak istediğimizde ona veriyoruz, kırtasiyeci titizliğiyle dolduruyor. Aman çocuklar damlamasın, çıkmıyor mürekkep lekesi dikkatli olun, diyor. Zaten ben hep dikkatli oluyorum. Her yerde. Biri bana kızmasın diye, yemek yerken, dişimi fırçalarken, ders çalışırken hep dikkatli oluyorum. Sere serpe yaşamak ne, bilmiyorum.

Biz yazılarımızı yazarken sütannemin annesi ve kız kardeşleri geliyor misafirliğe. Onlar gelince çok daha güzel gülüyor sütannem. Saçlarını açıyor evde, normalde kapalı. Onlar gelince taç da takıyor başına, o zaman yüzü daha çok çıkıyor ortaya. O öyle gülünce keşke ben Nihal olsaydım diyorum içimden. Koşarak sarılmak istiyorum ona, ama tutuyorum kendimi. Utanıyorum. Nihal’in annesi benim sütannem, ama anneannesi benim hiçbir şeyim değil. Çok istediğim halde… Değil. Sütannem bir anda yengeye dönüşüyor yine, “Hadi sen eve git artık Nurşen dersin bittiyse” diyor. Bitmedi. Hiç bitmesin. Günlerce kompozisyon yazmaya razıyım, yeter ki göndermesinler beni istiyorum, ama bir yandan da toparlanıyorum. Biliyorum, annem hakkında konuşacaklar, babaannem yanlarına çıkana kadar babaannem hakkında konuşacaklar. Kitaplarımı, çizgisiz kağıdımı, dolmakalemimi, kalem kutumu alıp yukarıya çıkıyorum. Lanetli basamağı atlıyorum. Ayağım kilime takılıyor, dizimi çarpıyorum. Dizim kilime sürtününce canım acıyor, ama ağlamıyorum. Hem büyüdüm hem de ağlasam koşup gelecek kimse yok. Elimden düşen kalemliğimi, kitaplarımı toplayıp yukarıya çıkıyorum. Çalışmak için masam falan yok, yere oturuyorum. Ödevimi tamamlamam lazım ama içimden tuzluk yapmak geliyor. Defterimin ortasını açıp bir sayfa kopartıyorum. Katlıyorum. Seviyorum tuzluk yapmayı, içine sanatçıların adını yazıyoruz, gitmek istediğimiz tatil yerlerini, sınıftaki gıcık oğlanların ismini yazıyoruz Nihal’le. Sonra kalem almak için kalem kutumu açıyorum, donup kalıyorum. Dolmakalem çatlamış, içinden mürekkep akmış. Önce bez kalem kutuma geçmiş, sonra kanepeye. Kanepenin üstünde kocaman bir mürekkep lekesi bana bakıyor. Kalbim hızlanıyor. Silince belki çıkar diye, mutfaktan sarı bezi alıp geliyorum. Zorluyorum ama çıkmıyor, ıslanınca daha da dağılıyor. Kalbim gittikçe daha da hızlanıyor, ellerim titriyor, çizgisiz kağıttaki bütün harfler yerlerinden çıkıp kum gibi doluyor gözlerime. Mürekkep daha da yayılıyor. Sanki büyüyor, büyüyor, büyüyor, bütün ev mürekkep lekesine dönüşüyor. Annem görmesin diye kırlenti koyuyorum üstüne. Bu kez kirlente bulaşıyor leke. Kalbim… Söylersem belki kızmaz, saklamazsam kızmaz diye düşünüyorum. Mutfakta televizyon izliyor annem, sarı bezi aldığımı görmeyecek kadar kendinden geçmiş halde izliyor. “Anne fark etmeden oldu, koltuğa mürekkep aktı, bilerek yapmadım” diyorum. Kumandayı tezgahın üstüne atıp odaya geliyor. Mürekkepli yeri görünce kafama vuruyor. ” Yalatırım çocuk sana bunu” deyip saçlarımdan tuttuğu gibi ağzımı kanepeye bastırıyor. Başımı kaldırdığımda kapıda dikilen Nihal’i görüyorum. “Çizgili kağıdını bizde unutmuşsun”diyor. Dudaklarındaki mürekkep lekesiyle Nihal’e bakıyorum, kağıdı oraya bırakıp koşarak evine gidiyor. Annem sonra balkona çıkıp ağlıyor. Zaten hep orada ağlıyor.

Bir Ramazan akşamı var aklımda. Annem salonda, bacaklarını altına toplamış, koltuğa yaslanmış Yasin okuyor. Mutfağa gidiyorum. Bana “Nurşeeeeen” diye sesleniyor annem. Çok güzel sesleniyor, çok sevgi dolu. Hiç duymadığım kadar güzel söylüyor adımı. “Nurşeeeen gel yavrum…” Avcumdaki bütün leblebileri ağzıma atıyorum hızlıca, koşarak gidiyorum içeriye. Annemin önünde duruyorum. “Anne” diyorum. “Nurşen” diyor, ama çağırdığı ben değilmişim gibi boş bakıyor bana. “Anne”. Sonra yüzünde daha önce görmediğim o gülümseme, sesinde hiç duymadığım o ince tını, gözlerindeki o ışıltı gidiyor bana bakarken. Üstüne gülen yüz çizilmiş bir balonun ağır çekimde sönüşü gibi sönüyor annemin yüzü. “Hadi babaannene in sen” diyor bana her zamanki soğuk sesiyle. Ağzımdaki bir avuç leblebi eziği geçmiyor boğazımdan, yutamıyorum. Merdivendeki kilimin altına çıkarıyorum ağzımdaki leblebileri, ilk basamağa. O gün tutamadığım, boğazıma takılan, kursağamda kalan o şeyin ” hevesim” olduğunu yıllar sonra anlıyorum.

Annemi gözümde canlandırmaya çalıştığımda- bunu çok sık yapmıyorum- onu balkonun parmaklıklarına sarılmış ağlarken görüyorum. Babamı düşündüğümde sabahları erkenden evden çıkan, gece yarısı eve gelen, pazar günleri tam gün uyuyan, zeytin çekirdeklerini suratımıza tükürür gibi tabağa tüküren bir adam geliyor gözlerimin önüne. Onun dışında en canlı anılar babaannemle, sütannemle ve Nihal’e ait.

Bir gün babaannem de uçup gidiyor. Bir yaz babaannemin köyüne gidiyoruz. Hiç olmadığı kadar mutlu babaannem. Kısır yiyorlar bahçede, marul yapraklarına sarıp sarıp yiyorlar. Nihal’le birlikte içerdeyiz, onlar bahçedeler. Bir ara bir bağırtı duyuyoruz, bağırıyorlar, koşuyorlar, bir şeyler oluyor.

Bahçe kapısından birileri girip çıkıyor, herkes koşuyor. “Dilini, dilini”, “arı”, ” kısır yerken”, “ayyyyy”, “gittiiiii” diyorlar. Bir an bir sessizlik oluyor, çok kısa bir sessizlik, o sessizlikte ölüyor babaannem. Bahçedeki çiçeklerden bir arı kanatlanıyor, Nurşen’in tek dayanağı da alayım deyip, marul yaprağına gizleniyor. İntihar saldırısı arının yaptığı, kendini öldürürken babaannemi, babaannemi öldürürken beni de öldürüyor. Bu çok canlı bir an. Babaannem bahçede boylu boyunca yatıyor, kısır tepsisi dökülmüş, marullar yerlerde, insanlar ağlaşıyor, Nihal’le birbirimize sarılıp ağlıyoruz. Sonra mevlitte gül suyu  döküyoruz gelenlere, herkes sarılıyor bana, saçlarımı okşuyor. Mevlit hiç bitmesin istiyorum, hep gül suyu dökeyim…

Babaannemin cenazesinden sekiz ay sonra Ramazan bayramındayız. Babam, “Hazırlanın mezarlığa gidecekmişiz” diyor. Kendi fikri değil, amcam demiş belli ki. Sekiz ay sonra ilk kez babaannemi göreceğim. Sütannem iniyor kapının önüne, eşarbını takmış. Annemin bizimle geleceğine ihtimal vermiyorum, ama hemen arkasından annem de iniyor, o da eşarp takmış. Normalde takmıyor, şaşırıyorum. Üstüne uzun bir hırka giymiş, annem mutlu görünüyor. Garip ama mutlu görünüyor. Sanki gülüyor bile ya da bana öyle geliyor.

İlk kez mezarlığa gidiyoruz, Nihal de ben de. Amcamın arabasından inip içeriye doğru yürüyoruz. Kol kola gidiyoruz Nihal’le. Korkumuzu dağıtmak için gülüyoruz, kikirdiyoruz. Sütannem bize bakıp kaş göz işareti yapıyor. Babam da amcam da önderler. Bir mezarın önünde duruyorlar. Ragıp Durmuş yazıyor mezar taşında. Dedem. Babaannemle bizi de götür dediğimizde, ” Siz daha küçüksünüz, büyüyünce gidersiniz” dediği Ragıp Dedemin mezarı. Yanında bir mezar daha. Nesibe Durmuş, babaannem. Sütannem babaannemin mezarındaki otları yoluyor. Annem yok. Etrafa bakınıyorum. Dedemle babaannemin mezarının karşısında küçük bir tümseğe kapanmış ağlıyor. Nihal’in kolunu bırakıyorum, kendimi bırakıyorum, her şeyi bırakıyorum. Mezarda benim ismim yazıyor. Nurşen Durmuş. Ben doğmadan beş sene önce doğmuşum, ben doğduğum sene ölmüşüm. Bana ne olmuş, anlamıyorum. Ölüm sessizliğinin yaşanabileceği en makul yerdeyiz. Babamla amcam dedemin mezarında. Nihal’le ikimiz çivilenmiş gibi, benim mezarıma sarılmış ağlayan anneme bakıyoruz. Annem toprağıma sarılmış ağlıyor. Anneme doğru yürüyorum, omzundan tutup “Anne ben ölmedim ki, yaşıyorum ben” diyorum saf saf. Annem başını mezardan kaldırıp suratıma koca bir tokat bırakıyor. Mezarımın toprağı başıma yapışıyor. Mezarımın başında, yer yarılsın içine girsem, yok olsam, bitsem. Silinsem istiyorum. Ne olduğunu anlayamıyorum.

Sütannem yetişiyor, zaten bir tek o yetişiyor. Kolumdan tutup, “Gel kızım” diyor. Nihal’e der gibi kızım diyor hem de. Ağlıyorum. Nihal de ağlıyor. Sütannem de ağlıyor. Neden ağladığımı bilmeden, bütün ölmüşlerin ruhuna gözyaşı akıtıyorum mezarlıkta. Taşları okuyorum göz ucuyla, hüvelbaki… Sanki her mezar benim mezarım, sanki her mezar beni yutacakmış gibi geliyor. Bir çeşme görüyor sütannem, ” Bak çeşme, şükür çeşme, ohhh çeşme” diyor bizi oraya doğru sürüklerken. Mezar olmayan tek taş yığını o çeşme. Bilmem kimin hayratı. Sanki çeşme aramaya çıkmışız da yolumuz mezarlıktan geçmiş gibi sarılıyor çeşmeye sütannem. “İç kızım” diyor, ” iç yavrum, çok korktun; iç annem. Nihal sen de iç annem, için kuzum” diyor. Zorla dayıyor ağzımızı çeşmeye. Elimizi yüzümüzü yıkıyor. Yanaklarımızdan gözyaşı, yüzümüzden sular süzülürken o gün anlatıyor sütannem her şeyi. On iki yaşımın ilk günlerinde öğreniyorum dünyaya gelmiş tek Nurşen Durmuş’un ben olmadığımı.

Benden beş sene önce doğmuş, çok güzelmiş. Anneme benziyormuş. Ben babama benziyorum, hem de çok. Sarı ve kıvırcık saçları varmış, ben esmerim. Tatlı dilli, konuşkan, kendini zorla sevdiren bir çocukmuş. Ben değilim. Ben de kendimi zorla sevdiriyorum ama o manada değil. Annem bana hamileymiş. Zor bir hamilelikmiş, hep öğürüyor, çok kusuyormuş. Ayakları, bacakları şişmiş. Bir gün yine bulantısı olmuş, banyoya gitmiş, kusmuş, kusmuş, bağıra bağıra kusmuş. Korkmuş Nurşen annesinin sesinden. Babaannesine yani benim babaanneme seslenmek istemiş. Duyuracakmış sesini. Daha çok bağırmış, eğilmiş, az daha, az daha. Düşmüş.

Nurşen’i ambulansla almaya gelmişler öldüğünü bile bile. Annemi başka bir ambulansa bindirmişler. O gün, o acıyla birlikte, olması gereken daha erken gelmişim dünyaya. Annem beni kucağına almadan çıkmış ertesi gün hastaneden. Bir daha da hiç almamış zaten. Sütannem lohusaymış. Benim de sütüm kesilir diye çok korktum diyor. Neyse ki kesilmedi, ikimize birden yetti sütü… Babaannem bana büyük kazık atmış. “Allah bir Nurşen’imizi aldı, bir Nurşen verdi bize” demiş. İsmimi Nurşen koymuşlar, sanki başka isim kalmamış gibi. Kulağıma üç kez bir lanet fısıldamışlar. ” Öl Nurşen, öl Nurşen, öl Nurşen”. Nurşen öldüğünde ben doğmuşum, ben doğduğumda zaten ölmüşüm.

O gün mezarlıktan dönerken Nurşen’in hayaleti de bindi arabaya. Bana hep evde üç kişi olmamıza rağmen, daha kalabalıkmışız, ben fazlaymışım gibi gelirdi, o gün anladım neden olduğunu. İyice sıkıştık arabaya. Biz sütannemin iki yanına yerleştik Nihal’le. Annem Nurşen’in hayaletini kucağına oturttu. Eve de geldi, gördüm. Gece annemle yattı, onun koynunda. Sanıyorum ki, her gece oradaydı da ben görmüyordum, ben bilmiyordum.

O yıl, devlet parasız yatılı sınavı için duyuru yaptı öğretmenimiz. O sınava girmek istediğimi söyledim öğretmene, yalvardım hatta. Çalıştım, çok çalıştım ve kazandım. Annemi, Nurşen’le birlikte bırakıp çıktım evden.

Okulun ilk günü, ilk ders günü… Herkes ayağa kalktı, adını söyledi. Eski okulumuzda gibi annen ne iş yapıyor, baban ne iş yapıyor sorusu da yok. Kısa sürdü tanışma merasimi. Sıra bana geldiğinde, ismimi söyledim. Kalbim hızlandı, çok hızlandı. “Ayşen Durmuş” dedim. Öğretmen yoklama kağıdında ismimi aradı, bana baktı, tekrar listeye baktı. “Öğretmenim kimlikte Nurşen ama herkes bana Ayşen der” dedim yutkunarak. Öğretmen üstünde durmadı, dolmakalemin kapağını çıkarttı, Nurşen’in üzerine kocaman bir çizgi çekti. Yanına Ayşen yazdı. Dolmakalemden tek bir mürekkep damlası bile damlamadı kağıda. Öyle muntazam yazdı…

Bütün bir geçmişin üzerini çizer gibi yazdı: Ayşen Durmuş.

 

 

 

 

 

 

 


Like it? Share with your friends!

4
Meliha Doğu

0 Comments

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir