Seni nasıl anlatsam? Bilemiyorum! Nereden başlasam?!.
Seni hiç sevmedim ve o kadar az düşündüm ki, şu an hatırlamakta güçlük çekiyorum.
Acaba hayatımda topu topu kaç defa seni gördüm? Bir…üç…beş? Onu bile hatırlamıyorum.
Belki de aslında ben seni hiç mi hiç hatırlamak istemiyorum?!.
Peki ama, ben seni hatırlamak istemezken, ne diye 30 yıl sonra karşıma dikiliyorsun?
30 yıl önce ölmüş olmana rağmen, bugün benden ne istiyorsun?
Bak yine kalbim sıkışmaya başladı. Ellerim terledi ve vücudum korkudan titremeye başladı…
Evet, aslında ben senden hep korktum.
Bugün hayatımda ilk defa kendime bunu itiraf edebiliyorum!
Neden bugün acaba?
Aslında ben, bugün sadece oturmuş buram buram gurbet kokan ve yüreğimdeki kırık parçaları canlandıran bir türkü dinliyordum.
Eskiden yaşanmış güzellikler, yarım kalan mutluluklar, özlem dolu anılar; yaşanamamış, yaşanmasına imkan verilmemiş hayaller ve birleşmek için ağlayan duygular beni köşeye sıkıştırmışken, birden karşıma sen dikildin.
İstenmeyen, davetsiz bir misafir gibi…
Gözlerini bana diktin ve incelemeye başladın.
Şaşkınlıktan silmeye zaman bulamadığım gözyaşlarımı görünce pis pis sırıttın. İlk defa beni ağlarken yakalamıştın. Bu seni tabii ki mutlu etti.
Çünkü sen yıllarca beni ağlatmak ve mutsuz etmek için çok uğraşmıştın.
O zaman başaramamıştın. Veya başardığını görme imkanını yakalayamamıştın.
Seni görünce, yerimden kalkıp seni evimden, hayatımdan kovmak istedim. Yüreğimden ve beynimden sonsuza dek silmek.
Ama kalkabilecek gücü kendimde bulamadım. Yıllarca seni unutmaya ve yok muşun gibi davranmaya başaramadığım gibi.
Yıllarca kendimi kandırdığımı şimdi anladım…
Aslında sen hep vardın, hep ağlattın, hep mutsuz ettin. Yüreğimdeki o yaranın sürekli kanamasını sağladın.
Evet, beni böyle küçük ve zayıf, gözyaşları içinde ve mutsuz gördün ya! Hadi git! Ne bekliyorsun?
Yok! Bunun tadını çıkaracaksın değil mi?
Doğru! Sana bu yakışır…
Oysa ben yıllarca hiç kimsenin beni mutsuz ve ağlarken görmemesi için çaba sarf etmiştim. Hep gülümsemiştim!
Özellikle de seni görmek zorunda kaldığım zamanlarda.
Hep gözünün içine baktım ve korkmadığımı, senden etkilenmediğimi, seni umursamadığımı var gücümle göstermeye çalıştım.
Belki o çocuksu beynimle bu davranışlarımla sana nefretimi aktarabileceğimi düşünüyordum.
Evet, ben senden hep nefret ettim!
Seni tanımadan önce de, seni tanıdıktan sonra da! Sen öldükten sonra da nefret ettim.
Bilirsin çocukların duyguları tertemizdir.
Ben seni tanıdığımda da çocuktum, sen öldüğünde de çocuktum. Şu an da küçücük bir çocuğum…
Sen öldüğünde ben sadece 7-8 yaşındaydım.
Biliyor musun, öldüğüne hiç üzülmedim.Tam tersine, sevindim!
Kendim için değil. Annemin ve babamın adına…
Sen ölünce belki bizim evimize de huzur girebilirdi. Annemin, babamın yüzü gülebilir diye içten içe heyecanlanıp, hayaller kurmaya başladım.
Sen hatırlamazsın ama ben senin cenazene gelmedim.
Babam: “Hadi kızım gidelim..” dediğinde, “Ben gelmiyorum! O beni hiç bir zaman sevmedi. Ben de onu sevmedim! Gelemem!..” demiştim.
Babam, söylediklerimin karşısında dondu kaldı.
O da gitmek istemiyordu belki de. Ama sonuçta sen onun babasıydın ve senin cenazene gitmek zorundaydı. Senin için olmasa da!
Hala gülümsüyorsun. Söylediklerim seni etkilemiyor bile.
Yalan söylediğimi düşünüyor olabilirsin. Ama ne yazık ki yalan söylemiyorum.
Babam da seni hiçbir zaman sevmedi. Senin de onu sevmediğin gibi…
Niye sevsin ki? Sen ona ne verdin ki? Sevgi mi? Anlayış mı? Destek mi?
Sen sevgi nedir bilmezsin ki…
Sen her şeyi parayla hesaplardın, parayla ölçerdin ve parayla görürdün.
O yüzden annemle babamın evliliğini ölene kadar kabul etmedin ve ölene kadar da o evliliği yıkmaya çalıştın.
En çok da beni üzdün. Anneme benzediğim için.
Beni cezalandırarak, istemediğin bu evliliğin bedelini bana ödettirmeye çalıştın.
Gördüğün her yerde bana hakaret ettin, aşağılamaya çalıştın. Ağlatmak için çaba sarf ettin.
Ben de seni görmemek için, seninle karşılaşmamak için elimden geleni yaptım.
Seni sokakta gördüğümde karşı tarafa geçerdim. Görmezlikten gelirdim…
Bu seni daha da çok kızdırdı, daha da hırçınlaştırdı.
Bilmem hatırlar mısın ama ben seni tanıdığımda 5 yaşındaydım…
Tesadüfen, belki de zorunluluktan annemin babasının evine gelmiştin.
Bir ağa gibi eve girip, oturmuştun.
Bütün davranışlarınla dedemin yoksulluyla alay ediyordun.
Seni gördüğümde öyle korktum ki. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi, hızla çarpmaya başladı. Ellerim terledi ve vücudum bir yaprak gibi titremeye başladı.
Üstelik sana kahve ikram edip, elini öpmeliydim.
Anneannem sıkı sıkı tembih etmişti…
Elini öperken bayılacağımı zannetmiştim.
Bana pis pis sırıtarak baktın ve : “Kara kız, çingene kız… Şimdi sen benim torunum mu oluyorsun?..” dedin ve korkunç bir kahkaha patlattın.
Ne ben, ne başka birisi hiçbir şey söyleyemedi. Ve o iğrenç kahkahan odanın ortasında asılı kaldı.
Kahveyi büyük bir gürültüyle, höpürdete höpürdete içtin. Görmemişler gibi. Tıpkı bir hayvana benziyordun.
Bir köşeye kıvrılmış, kocaman gözlerimle hiç kırpmadan seni seyrediyordum.
Şimdiye kadar sana benzeyen, senin gibi davranan bir insan görmemiştim.
Kendinden emin ve memnun görünüyordum. Sen ağaydın, zengindin. Her şeye sahip olduğunu düşünüyordun…
İşte o gün, seni tanıdığım ilk gün daha, seni asla sevemeyeceğimi anladım.
Senin küçümsediğin, fakir hor gördüğün bu evdeki insanlar bana ve babama fazlasıyla sıcaklık ve sevgi verdiler!
Senin asla veremeyeceğin ve hissedemeyeceğin şeyler.
Seni ikinci görüşüm, mecburi bir bayram ziyareti sırasında oldu.
Ailecek senin evine geldik…
Sen evinin önünde, bahçede oturuyordun. Dudağındaki sigara oraya yapışmış gibi, sürekli duman çıkarıyordu. Kulaklarının arkasına koyduğun sigaralar da sessizce sırasını bekliyordu.
Evinin önünden geçenlere bağırarak sesleniyordun.
Çocuk, kadın, erkek fark etmez: “Pezevenk, nereye gidiyorsun? Elindeki o ne? ” diyordun.
O kelimeyi hayatımda ilk defa duyuyordum. Anlamını bilmiyordum, ama çok kötü bir kelime olduğunu hissettim.
Evine girdiğimizde, diğer kuzenlerimle birlikte elini öpmek zorunda kaldım.
Ne de olsa bayramdı ve sen de benim dedemdin.
El öpme merasimi sona erince, cüzdanını çıkardın ve diğer kuzenlerime kocaman kağıt paralar verdin.
Sıra bana gelince, uzun uzun aradıktan sonra küçücük bir demir parası bulup, bana uzattın.
Alay edercesine: “Bozdur bozdur, harca. Bu sana çok bile!..” dedin.
Öyle utanmıştım ki, ağlamamak için kendimi, zor tuttum.
Başımı kaldırıp, gözlerinin içine baktım. Orada tek bir insani kıvılcım görmedim.
Bir bilsen o an, o parayı suratına fırlatmayı ne çok istedim. Senden nefret ettiğimi, yüzüne haykırmayı… Ama yapamadım.
O senin küçümsediğin insanların bana verdiği terbiye, buna müsaade etmedi.
Sessizce odadan çıkıp, tuvalete gittim.
Verdiğin para elimi yakıyordu. Ondan kurtulmalıydım.
Tuvaletin deliğine onu attığımda rahatladım ve çok mutlu oldum.
Kendime söz verdim. Hayatım boyunca senden bir daha asla hiçbir şey almayacaktım. Ne olursa olsun. Ne durumda olursam olayım…
Dikkatini çekerim, bu kararı alırken ben sadece 6 yaşındaydım.
Ne o? Suratın niye asıldı? Nerede kaldı o pis sırıtışın? Yoksa etkilendin mi anlattıklarımdan?
Bak sen, gözlerin nemlendi. Yüzünde pişmanlık var. Elini uzatıp, başımı okşamak istiyorsun?!.
Sakın. Sakın Ha! Bana yaklaşma! Dokunma sakın! Çok geç kaldın.
İnanmıyorum! Sen ağlıyorsun?!. Konuşmak istiyorsun. Olmaz! Konuşmanı istemiyorum!
Ne o 30 yıl sonra özür mü dileyeceksin? Seni affetmemi mi istiyorsun?!.
Mümkün değil… Seni asla affedemem!
Hadi git artık! Git!
Şimdi seni kovmaya gücüm var.
Anlamak istemiyor musun? Seni görmek istemiyorum! Ne bu dünyada, ne de öbür dünyada…
0 Comments