‘’…Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetin acısı
zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her
hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi her halde, ‘’Bu böyle
olmayabilirdi!’’ düşüncesi, yoksa insan mukkader telaki ettiği şeyleri
kabule her zaman hazır…’’
‘’Kürk Mantolu Madonna’’, Sabahattin Ali’nin 1943 yılında yazdığı bir roman.
Sade ve akıcı dili bizi daha ilk satırlardan sürükleyip, olayların içine sokar.
Okurken yaşarız ve yaşarken de aynanın karşısına geçip, hayatı, her şeyi sorgulamaya başlarıs. Çevremizdeki insanlara daha farklı bir gözle bakmaya öğreniriz.
Bize sıradan, değersiz, boşu boşuna yaşayan gibi görünen insanlarının da zengin iç dünyaları olabileceğini keşfederiz.
Kişiliksiz, yeteneksiz; işinde sessiz ve sakin; evinde ise itilip kakılan, değer verilmeyen bir adam olan Raif efendinin hikayesi bize ilk başta çok sıradan gibi görünür.
Hatta sık sık hastalanıp, evde geçirdiği günlerde kızlarının ona gösterdiği ilgi, ‘’bir fukaraya gösterilen yalancı merhamet ‘’ gibi gelmez.
Ama yavaş yavaş gerçek hikayesini öğrendikçe onun için üzülmeye başlarız.
‘’Ben onlar için hiçbir şey değilim. Senelerden beri aynı evde beraber yaşadık. Bu adam kimdir diye merak etmediler…’’ sözleri ise sizi sarsar ve onu tanımak için okumaya sabırsızlıkla devam edersiniz.
Çocukluğunda aile sevgisi görmediğini ve gerçeklerden uzak, hayal dünyasında yaşayan bir çocuk olduğunu anlarız.
Resim çizerek ve yazı yazarak kendini bulmaya çalışan, ama içindeki herhangi bir şeyi dışarı vermekten korkan bir çocuk.
Belki o yüzden de hiçbir konuda başarılı olamıyor ve oradan oraya sürükleniyor.
Almanya’ya sabunculuğu öğrenip, ticarete atılmak için gönderilir, ama gittiği fabrikada çabuk sıkılır ve tekrar, kendinde ve hayatında eksik olan şeyleri aramaya başlar.
Müzeleri dolaşırken, bir gün kürk mantolu bir kadının portresinin önünde mıhlanıp, kalır.
O resme bakarak saatler, günler geçirir.
‘’…Kendimi bildim bileli, bütün günlerimi haberim olmadan ve nefsime itiraf etmeden bir insanı aramakla geçirmiş ve bu yüzden bütün diğer insanlardan kaçmıştım. O resim, aradığım bu insanı bulmanın mümkün olduğuna beni inandırmıştı…’’ diyor Raif Efendi.
Resimdeki kadının gözlerinin anlattıkları onu derinden etkiler ve tutkulu bir şekilde onu aramaya başlar…
24 yaşında, başından hiçbir macera geçmemiş genç Raif ile, hayattan fazlasıyla bezmiş ve erkeklere inancını kaybetmiş 26 yaşındaki Maria Puder’in hastalıklı aşkı başladığında şaşırmıyor, tam tersine sevinerek okuyoruz.
Ama ‘’Boğulacak kadar yalnız’’ bir adamla ve ‘’hasta bir köpek kadar yalnız’’ bir kadının ilişkisi elbette ki mutlu sonla bitmez. Öyle olacağını bile bile de kahramanlarla birlikte kavuşma hayalleri kurarken, onlarla birlikte ağlamaya ve üzülmeye başlarız.
Hele hele günlüğün son sayfalarında, Maria Puder’in kızını doğururken öldüğünü öğrendiğimizde, Raif Efendi’den bile daha çok sarsılırız.
Ona kızmaktan, yargılamaktan vazgeçip, ölmeye yatmasını doğru bulmaya başlarız.
‘’…Hayat ancak bir kere oynana bir kumardır, ben onu kaybettim. İkinci defa oynayamam. O bana dünyada başka türlü bir hayatın da mevcut olduğunu, benim de bir ruhumun bulunduğunu öğretti. Birkaç ay, birkaç ömür kıymetindeydi… Artık yaşamanın bir anlamı yok! Her şeyi, her şeyi, bilhassa ruhumu hiç bulunmayacak yerlere saklamalı…’’
Yaşlı gözlerle onu hayalimizde uğurlarken de, ‘’Sınırsız, sonsuz ve imkansız aşk budur işte…’’ diye fısıldamadan edemeyiz.
TAVSİYE
Okumadıysanız, okuyun derim! Okuduysanız da, bir daha okuyun!
Ben her okuduğumda farklı bir tat alıyorum ve her okuduğumda yeni şeyler öğreniyorum…
0 Comments