Yaşlı kadın pencere kenarına oturmuş, ölümün türküsünü söylüyordu. Etrafa baktıkça sesi daha da buruklaşıyordu. Dışarıda durmak bilmeyen bir yağmur yağıyordu. Tek rüzgar ona eşlik ediyordu. Esiyor, esiyor ve her tarafı temizlemek, değiştirmek istercesine sarsıyordu. Türkü bittiğinde gözlerindeki korku büyüdü ve yüreğini sessizlik kilitledi.
Yetmiş beş yaşında olmasına rağmen düne kadar hayata çok bağlı bir insandı. Çocukları, toprağı ve hayvanları sever, hayatı yaratır, yaşatır ve yaşardı.
Dün torununun çocuğuna patikler örmüş ve bahçesindeki en güzel çiçeklerle süsleyerek, şehre göndermişti. Bugün ise oturmuş, ölümün türküsünü söylüyordu.
Altmış yılını geçirdiği bu evden ve köklerinden nasıl ayrılacağını bilmiyordu. Evin hangi köşesine dokunsa, anılar konuşmaya başlayabilirdi. Ama Zekiye Ana değil dokunmaya, bakmaya bile korkuyordu.
Geçe yarısı yola çıkacaklardı. Bir an önce eşyaları toparlamalıydı. Yetmiş beş yıldır yaşadığı bu ülkeden gitmek zorundaydı.
‘’Hangi eşyaları almam gerekiyor? Bilmiyorum’’ diye mırıldandı. Kocası elinde naylon çuvallarla içeri girdi. Sessizce uzun uzun bakındı. Sigara yakıp, tekrar dışarı çıktı.
Zekiye Ana gözyaşları arasında gülümsedi. Altmış yıllık kocasını ilk defa bu kadar çaresiz görüyordu.
Yine pencere kenarına oturdu ve gözlerini karanlığa dikti. Yağmurun sesi onu çocukluğuna götürdü.
On beş yaşındaydı üvey annesi ve babası tarafından hiç tanımadığı bir erkekle evlendirildiğinde. Yağmurlu bir günde, bir atın üzerine bindirmişler, onu buralara göndermişlerdi. Çok ağlamıştı. On altı yaşındaydı ilk çocuğunu doğurduğunda.
Kocasının akrabaları onu ilk başta dışladılar ve sevmediler. Çünkü o Türk değil, bir Tatar kızıydı.
Kocası onu hiç yalnız bırakmadı. Hep destekledi. Hiç ağlatmadı. Sonradan yeşeren sevgi onları güçlü bağlarla birbirine bağladı. Sevmeyi, yaratmayı ve yaşatmayı birlikte öğrendiler.
Zamanla herkes bu kocaman gözlü ve kocaman yürekli Tatar kızını çok sevdi. Ona sormadan, onun yardımı olmadan hiçbir şey yapılamaz olmuştu köyde.
Bulgaristan’da yaşıyordu, ama tek kelime Bulgarca bilmiyordu. Arapça ve Rumca okumuştu. Ama Bulgar komşularıyla çok iyi anlaşıyordu. Onlara Türkçe öğretmiş, Türk ve Tatar yemeklerini sevdirmişti.
Sevinçleri, acıları, bayramları, cenazeleri ortaktı. Yaşadıkları bu küçücük köyde sanki herkes büyük bir ailenin değerli bir parçasıydı.
Hiçbir şey yaşadıkları bu dayanışmayı ve kurdukları bu sevgi çemberini bozamamıştı. 1984’te Türklerin isimleri zorla değiştirildiğinde bile. Yeni isimler kimliklerde kalmıştı sadece. Onlar eski yaşantılarını ve eski alışkanlıklarını değiştirmediler.
Ama şimdi Zekiye Ana, çok sevdiği bu köyden ayrılmak zorundaydı. Nedeninin köydeki hiç kimse bilmiyordu. Bilemezdi de. Neden bu köyden çok uzaktı ve hiç kimse bu durumu değiştiremezdi.
Önündeki naylon çuvallara baktı. Yetmiş beş yıllık ömrünü bu çuvallara nasıl sığdırabileceğini bilmiyordu.
‘’Allah’ım bana güç ver. Bu da geçsin. Yardımını esirgeme’’ diye dua ederek, gözyaşlarını sildi.
Fazla zamanı kalmamıştı. Bir döşek getirdi, sonra bir yorgan. Bir battaniye ve iki yastık. Mobilya götüremezlerdi. Elbiselere hiç bakmadan çuvallara tıkmaya başladı.
Kapının çaldığını duydu. ‘’Gir’’ diye seslendi. Mahalledeki komşuları yardıma gelmişti.
Zekiye Ana acı acı gülümsedi. Gelen komşuların hepsi Bulgar’dı. Sessizce işe koyuldular.
Elbiseler bitince sıra tencerelere, tabaklara geldi. Birazcık da erzak koydular. Peynir, patates, soğan, kuru fasulye. Komşular da boş elle gelmemişti. Kimi meyve, kimi börek, kimi de kurabiye getirmişti.
Evin her köşesine ölüm sessizliği yayılmıştı. Dışarıda hala yağmur yağıyordu.
İşleri bitince birbirine sarılıp, sessizce vedalaştılar.
Zekiye Ana banyoya girip, duş aldı. Durmadan akan gözyaşları arasında uzun saçlarını çok zor kurutup, tarayabildi. Eşi de banyodan çıkınca, kamyon geldi. İkisi naylon çuvalları kamyona taşıdı.
Zekiye Ana bahçenin ön tarafına uğradı ve en çok sevdiği çiçeklerden birer kök çıkarıp, küçücük bir naylon poşete yerleştirdi. Bundan sonra bu çiçekler onun hayat kaynağı ve dayanma gücü olacaktı.
Elindeki poşete sıkı sıkı sarıldı. Son kez dönüp, evine baktı.
‘’Acaba bu evi bir kez daha görebilecek miyim?’’ diye düşündü. Avazı çıktığı kadar, ‘’Gitmek istemiyorum. Benim köklerim burada. Burada ölmek istiyorum’’ diye bağırmak istedi.
Çocuklarını ve torunlarını hatırladı. Kocası gelip, koluna girdi. Kamyona binmesine yardım etti. Kamyon hemen hareket etti. Arkalarından el sallayan köylüler gecenin karanlığında yok olup, kayboldular. Yağmur yağmaya devam ediyordu.
Zekiye Ana kamyonun bir köşesine sıkıştırılmış naylon çuvallara baktı. O çuvallar ona yabancıydı. Onun geçmişi kucağında duran küçücük naylon poşetteydi.
Evet. Türkiye’ye gidiyordu. Orada onu çocukları ve torunları bekliyordu. Ama onun yüreği, altmış yılını geçirdiği bu köyde kalıyordu.
0 Comments