Rüzgar hüzünlü gözlerle nazlana nazlana batan güneşi seyrediyordu…
Sabahtan beri içinde bir sıkıntı vardı. O yüzden varlığını kendine ve etrafına hissettirmeden, günü ağacın kocaman dalları arasında saklanarak geçirdi.
Kendi halini tuhaf bulmuyordu, çünkü arkadaşları da aynı durumda görünüyordu.
Bugün hep beraber sessizliği yudumlayıp, paylaşmışlardı. Kuşlar bile hiç yuvalarından dışarı çıkmamıştı.
Sanki hüzün bulutları altında ezilmemek için saklanmışlardı.
‘’Kayıpların ve yalnızlığın ağır bastığı günlerde sessizliği yudumlamaktan başka çare yoktur…’’ diye mırıldandı yaşlı ağaç.
‘’Kayıplar, ölümler, yalnızlık… Hayatın bir parçası, ama onlara alışmak da kolay değildir.
Bazen içinden çekip gitmek gelse de, gerçeklerden kaçamıyor, sessizliğin içinde boğuldukça boğuluyorsun…’’ diye kendi kendine konuşmaya devam eden ağacın sözünü sallanan koltuk kesti:
‘’Sen Allah’a inanır mısın?’’ diye sordu.
‘’Nerden çıktı şimdi bu? Elbette ki inanıyorum. Varlığını benden daha çok hissedebilen biri olamaz. Onun yarattığı mucizevi topraktan besleniyor, ayakta duruyorum; yarattığı havayla nefes alabiliyorum ve bütün bunların sayesinde ben de meyve verip, başkalarına hayat veriyorum…’’ diye kızgın kızgın cevap verdi yaşlı ağaç.
‘’Peki dua eder misin?’’ diye dalgın dalgın soru sormaya devam etti koltuk.
‘’ Ederim, etmem, bu benimle Allah arasında bir mesele… Seni ilgilendirmez.’’ diye bağırdı ağaç.
‘’Eyvah, bunlar yine kavgaya başladı’’ diyerek birbirini dürtükleyen kuşlar, yuvalarından dışarı fırladı.
‘’Ben hiç dua bilmem dostum. Kimse bana öğretmedi. Kendi kendime öğrenme şansım olmadığı için de ben onunla konuşuyorum. Kendimi bildim bileli Allah’a her şeyimi anlatıyorum. Yaptığım hatalardan dolayı özür diliyorum ve beni yarattığı için teşekkür ediyorum. Günüm onunla başlıyor, onunla bitiriyorum. Varlığını sorgulayan veya varlığına inanmayan kişileri de hiç anlamıyorum. Çünkü ben onu hep yüreğimde ve yanımda hissediyorum…’’ diyerek sustu sallanan koltuk.
‘’İstersen biz sana bir-iki dua öğretebiliriz’’ diye vızıldadı kuşlar.
‘’Peki, sen hiç Allah’a inanmayan birisiyle karşılaştın mı?’’ diye merakla sordu yaşlı ağaç.
‘’Evet karşılaştım. Beni çok üzen, yüreğimde derin izler bırakan bir karşılaşmaydı hem de…
Ağlamakla gülmek arasında sıkıştığım, yardım etmek için çırpındığım, ama seyretmekten başka hiçbir şey yapamadığım bir durumdu…’’ diye sözlerini tamamladı.
‘’Anlatsana! Çok merak ettik’’ diye yalvarmaya başladı kuşlar.
Yaşlı ağaç da yalvarırcasına başını salladı. Rüzgar da meraklanıp, saklandığı yerden çıkarak, arkadaşlarına katıldı.
‘’Aslında bakarsanız hatırlamaktan pek hoşlanmadığım bir hikayedir, ama sizi kırmayayım…
BELLEĞİN İHANETİNE UĞRAYAN ADAM
Bebek’teki o küçücük ve şirin eve gitmeden önce karşılaşacağım kişilerle ilgili, biraz bilgi sahibi olmuştum.
Elli yaşlarında evli bir çift, birlikte oturdukları 88 yaşındaki hasta babalarına, doğum günü hediyesi olarak beni satın almışlardı.
Semih Bey ( yani babaları), aslında çok tanınan, bilinen ve değerli bir adammış. Teknik üniversitenin kuruluşundan sonra, mezun olan ilk mimarlarındanmış.
Hiç mimarlık yapmamış. Kendini bilime ve öğrenci yetiştirmeye adamış. Hayat felsefesi:’’En büyük vatanseverlik, mesleğini en iyi şekilde yapmaktır’’ olduğundan, üniversitenin gelmiş geçmiş en iyi, en çalışkan ve en sevilen hocaların başında yer alıyormuş.
Altmış sene hocalık yapmış, binlerce mimar yetiştirmiş. Doğru bildiği yoldan sapmayan ve hiçbir şeyden korkmayan bir adammış.
Dekan olarak görev yaptığı 80 darbesi sırasında öğrencilerin saldırısına uğramış. Tehdit edilmesine ve ölümle burun buruna gelmesine rağmen, görevini yerine getirmekten vazgeçmemiş.
‘’Ben Allah’tan korkmuyorum, sizden mi korkacağım’’ diyerek, yoluna devam etmiş.
İşte böyle efsane gibi bir adamın evine giderken heyecandan titriyordum.
Fakat odasına götürüldüğümde, büyük bir şok geçirdim. Hele hele odasında yalnız kaldığımızda, şaşkınlıktan dilimi yuttum.
Tamam, yaşlı bir adamla karşılaşmayı bekliyordum; ama kendini, her şeyini kaybetmiş bir insanla karşılaşmayı beklemiyordum…
Sanki küçücük bir çocuk gibi sessizliğin tam ortasında kaybolmuştu. Hiçbir şey duymuyor ve hiçbir şey görmüyordu.
Belleği ona ihanet etmişti. Değil bir şeyler hatırlamak, ne konuştuğunu bile farkında değildi.
Beyni simsiyah buluta dönüşmüş, vücudu ise onu terk etmişti. Kim olduğunu, bugüne kadar ne yaptığını, neler yapması gerektiğini bilmeden çırpınıyordu…
Üç ay kadar birlikte olduk. Benim için hayatımın en zor dönemiydi.
Ona baktıkça kalbim sıkışıyor, yardım etmek için çırpınıyordum, ama elimden bir şey gelmiyordu.
Yakınlarından hayatı boyunca Allah’a inanmadığını ve varlığını kabul etmediğini duyduğumda inanamadım.
Çünkü bana göre her insan öyle ya da böyle, az veya çok, kendince Allah’a inanır veya inanmak ister…
Ömrüm boyunca birçok insan hayatının, son perdesindeki son sahnesine şahit oldum ve o sahnenin son nefeslerinde Allah’a sığınmayan ve inkar eden bir insan görmedim.
‘’Dostum, sakin bize Semih Beyin bu sahnede Allah’a sırtını döndüğünü söyleme…’’ dedi yalvarırcasına yaşlı ağaç.
‘’Sırtını dönmedi, ama çok acı bir şekilde ömrünün son günlerinde onunla kucaklaştı…
Onunla geçirdiğim son on gün kabus gibiydi.
Belleği ile zaman, mekan ve hayat arasındaki bağ kopmuştu. Nefes almadan sadece iki cümle tekrarlıyordu:’’Bana dua öğret…Alahım…Alahımmm…Bana dua öğret…’’
İşte o günlerde dua bilmediğim için kendi adıma ve onun adına kahrolmuştum. Ben de onunla birlikte ıssızlığın ortasında kaybolmaktan korkmuştum…’’ diye sözlerini tamamladı sallanan koltuk.
Ortaya ölüm sessizliği yayıldı. Bir süre hiç kimse konuşmadı. Herkes kendi hayatının muhasebesini yaparak, duygularını tartıyordu. Belki de yapması gerekenlerin listesini çıkartıyordu…
Kuşlar, sallanan koltuğu sevgiyle okşayarak, ‘’Dua öğretme teklifimiz hala geçerli’’ diye fısıldadı.
Rüzgar, üzerindeki ağırlıktan silkelenerek, üstlerine çökmüş hüzün ve karamsarlık bulutlarını dağıtmak için esmeye başladı. O estikçe ortalık çiçek kokusuyla şenlendi.
Yaşlı ağaç gülümseyerek:’’ Çiçekler ve yıldızlar aynı şekilde kokar dostlarım. Çünkü onların kokusu, umudun kokusudur…’’ dedi.
0 Comments