Oldum olası sinirliyimdir. Bunun kalıtsal değil, çevreden edinilmiş bir özellik olduğu kesin. Çocukluğumdan bugüne değin tanıdığım bütün insanlar biraz dengesizdiler. Sonrası bir yana ama, çocukluk çağı çok önemli. İnsan çocukken delilikten daha kolay etkileniyor olmalı.
Kuşkusuz o zamanlar deliliği oldukça soyut bir kavram olarak algılıyordum. Karşımızda oturan Sırrı beyin zırdeli olduğunu söylerlerdi. Kendi payıma onun hiçbir deliliğini görmemiştim. Her akşam sokağı süpürürdü. Sırf kendi kapısının önünü değil, bütün sokağı baştan başa süpürürdü. Üstelik akıllı olduğunu kanıtlamak için en çılgınca işleri çekinmeden yapardı. Ne var ki hepsi boşunaydı. Deli damgasını yemişti bir kez.
Alt katımızda oturan bir Naciye hanım vardı. Çiçek delisiydi. Çiçek deliliğin ilk bakışta kimseye zararı olmadığı düşünülebilir. Ama ikinci bakışta iş değişiyordu. Aklına estikçe balkonundaki saksıları sokağa yağdırırdı Naciye hanım.
Anımsamak bile bana üzüntü veriyor ama, mahallemizin iğnesisin Mürüvvet hanım da deliydi. Gençliğinde bir gece iğne yapmak için çağrıldığı bir eve giderken iki kişinin saldırısına uğramış. Adamlar Mürüvvet hanımı karanlık bir arsaya çekip yapmadıklarını bırakmamışlar. Kadıncağızın benliğinde derin izler bırakmıştı bu olay. Güneş battıktan sonra öldürseniz evinden çıkaramazsınız. Üstelik bütün erkeklere düşman olmuştu. Yanılıp ona iğne vurdurtan bir erkek, iğne mi oluyor, yoksa kaba Eti’ne temel çivisi mi çakılıyor, anlayamazdı.
Manavımız da deliydi. Domates seçmeye kalksanız tepesi atıverirdi. ”Elleme!” diye bağırdığında sesi iki sokak öteden duyulurdu. ”Senin gibi iki kişi daha sıkarsa, yarın salça diye satarın onları Eşek kafalı!” En iyisi hiç karşılık vermemek ve hiçbir şeye dokunmamaktı. Domateslerine böyle sevecen davranan bu adam, hiç çekinmeden iki kiloluk tartı ağırlığıyla müşterisinin kafasını yarabilirdi. Örnekleri görülmüştü.
Mahalemizde delilik açısından kadınlarla erkekler arasında fazla ayırım yoktu. Varsa bile, ağırlık kadın deliler yönüneydi. Birkaç ev ötemizde oturan Neriman hanım için seks delisi derlerdi. Genç yaşta dul kalmıştı. Kapısının önünden geçen oğlanları içeri çekip, orasını burasını okşadığı söylenirdi. içim ürpertilerle dolarak geçerdim kapısının önünden. Hem korkardım, hem de beni içeri çekeceğini umardım.
Öz ağabeyim de deliydi, saklayacak değilim. Bir şeye canı sıkılınca acısını benden çıkarırdı. Hem döverdi, hem de ağlamama kızar, “Zıplayıp durma, kes sesini!” diye bağırırdı. Dayak yedikçe daha çok ağlar, ağladıkça daha çok dayak yerdim. Annem ağabeyimin beni hırpalamasına çok kızardı ama, onu döverken beni de dövmeden edemezdi. Ne de olsa ağabeyim büyüktü ve beni şımartmak istemezdi annem. Babamsa hem annemi, hem ağabeyimle beni döverdi. Bütün bu kaba güç gösterileri benim sinirlerimi olumsuz yönde etkilemiş, daha sonraki daha büyük sorunlara zemin hazırlamış olabilir.
Ben çocukken öğretmenler arasında çıkardı deliler. Sanırım o zamanlaröğretmenlerin yaşam koşulları daha çetindi. Yine sanırım o günlerde deliliğin şaşmaz belirtilerinden biri, dayak atma isteği olarak kendini gösterirdi. Okulumuzun müdürü keman çalar ve şiir okumayı severdi. Müzik derslerimizi bu duygulu, inçe yaratılışlı adamdan alırdık. Bir gün solfej beceremediğim için tekmeledi beni sınıfta.
Lisenin ikinci yılında sıra arkadaşım deliydi. Deliliği tırnaklarına vurmuştu. Önceleri yiyordu tırnaklarını. Sonradan tırnak makası edindi. İlk dersten sonuncusuna değin aralıksız çıt- çıt sesleriyle tırnak keser oldu. Bunca tırnak nerden çıkar, anlamıyorum. İnsanın bütün yiyip içtiği tırnaklarına gitse, bu kesme hızına tırnak dayanmazdı. Delilerin tırnakları da bir tuhaf uzuyordu demek. Çıtırtıları dinleye dinleye başka bir şey duyamaz, düşünemez olmuştum. Bir gün dayanamadım, “Kesme artık, kesme!” diye bağırdım dersin ortasında. Sonra da gırtlağına sarıldım. O sırada bana delice bir güç gelmiş olmalı ki, sınıfımızın en irilerinden dört beş öğrenci zor bastırabildi beni.
Bu olay benim yaşamımın sonu oldu. Pek üzülmedim. Okumaya fazla önem vermiyordum. Liseyi bitirebilsem, üniversiteye gidebilme umudum yoktu. Girebildiğim ve üniversiteyi bitirebildiğimi varsaysam bile sorun bitmiyordu. Yakınlarımızdan üniversiteyi bitirmiş bir deli vardı. O günün parasıyla yedi yüz lira aylıkla işe başlamıştı. Ortalama bir ayakkabı boyacısı bunun iki katını kazanıyordu. Sonradan Yen’i bir yasa çıktı, bu dediğim yakınımız aylığı altı yüz kırk liraya indi. O da tutup diplomasını yedi. Sonradan başka ve daha önemli delilikleri için akıl hastanesine yattığını ve en sonunda Amerika’ya gidip zengin olduğunu duydum.
Üzüm üzüme bakarak karardığı doğruysa, delinin deliye bakarak delirdiği de doğrudur. Ben çevremdekiler yüzünden kaçırdım keçileri. Tam çıldırmadıysam bile, çok sinirli oldum. Elimden bir kaza çıkmaması için her zaman temkinli olmak zorundaydım. Hiçbir yerde uzun süre dikiş tutturamıyordum.
Bu sonuncu işi bir tanıdık aracılığıyla bulmuştum. Hırçın dalgalarının savurduğu küçük bir tekneye benzeyen yaşantımın düzene girmesi olasılığı belirmişti ilk kez. Bir şirkette getir götür işlerine bakacaktım. Ayrıca fabrikanın kamyonetini de süreceğimden, sürücü ehliyeti almam gerekiyordu.
Seksen masada, seksen değişik yüzle karşılaşıp, seksen değişik kağıtla boğultuktan sonra, sağlık muayenesi için hastaneye gönderildim.
Daha “muayene” sözünü işitir işitmez aklım başımdan gitmişti. Hoş geldiği de yoktu ya 🙂 Hemen anlayacaklardı kafamdan zorum olduğunu, bana ehliyet falan vermeyeceklerdi.
Bütün doktorları sırayla dolaştım, en sona sinir uzmanını bıraktım. Alnımda boncuk boncuk terlerle asabiye servisine gittim. Ufak tefek bir hemşire – memeleri kocamandı – kapının önünde beklememi söyledi.
Bana gösterilen tahta sırada beş kişi daha oturuyordu. Hepsi kötü kötü baktı yüzüme. Belli ki beşi de dengesizdi biraz. Zaten bir sıkıntıları olmasa sinir doktorunun kapısının önünde ne arayacaklardı? Hoş belki onlar da benim gibi ehliyet almak amacındaydılar. Her şey olabilirdi ama, adamlar pek normal görünmüyorlardı işte.
Hiç konuşmadan bir süre bekledik. Bana yine heyheyler gelmek üzereydi ki, karşımızda bir kapı açıldı. Başka bir hemşire başını uzattı. “Gelin”, dedi bize.
Altımız da usulca girdik içeri, masanın karşısına dikildik. Yüzlerimizi tek tek inceledi doktor. Külyutmaz bir adama benziyordu. Kalın gözlük merceklerinin arkasından ruhumu okurcasına bakıyordu. İçim eziliyordu. Kaçıp gitmemek için kendimi zor tutuyordum.
” Sen başla”, dedi doktor. Kaleminin ucuyla sağ başta duran adamı gösteriyordu.
Adamcağız ıkınıp sıkında. “Elli iki” diye mırıldandı.
Onun yanındaki “Elli” dedi. Benim yanımda duran ise sabırsızca “Kırk sekiz” diye atıldı.
Sıra bana gelmişti. Dizlerim titriyordu. Zeka ölçümüne benzer bir şey olmalıydı bu. Fazla oyalanmamalıydım. Herkesin gözü üstündeydi. Kafamı kullanıp benden bekleneni söylemeliydim. Öncekiler ikişer ikişer inmişlerdi. “Kırk altı” dedim soluğumu keserek.
Doktor, delici bakışlarını öbür yanımdaki adama çevirince rahatladım. Sıramı savmıştım işte. Solumda duran adam, “Kırk iki” diye fısıldadı. Hapı yutmuştu! İki yerine dört indirmişti zavallı budala. Muayeneyi kazanmadı olanaksızdı artık.
” Kırk” dedi dizinin en sonundaki adam.
En baştakiler döndü yine doktor. Olup bitenler yine kafamı karıştırmaya başlamıştı. “Otuz beş” dedi adam.
“Otuz” dedi öbürü hırsla. ” Yirmi beş” diye bağırdı ondan sonraki.
Bu kez beşer beşer iniliyordu. Sıra bana gelince şaşırdım. “Yirmi” demem gerektiğini biliyordum ama, ağzımdan ” On beş!” sözü çıktı heyecanım yüzünden.
Herkes sustu bir süre. Donukluklarından kurtulur kurtulmaz beş adam bir ağızdan konuşmaya başladılar. “Yok beyim, kurtarmaz bizi. Biz çekiliyoruz. Yanız, bu bayın belgelerini incelemenizi diliyoruz”. Beni gösteriyorlardı. ” Önerisi olanaksız görünüyor bize”.
Doktor bu isteği haklı bulmuş olacak, bana döndü, “Kağıtlarınız lütfen” dedi. “Onları görmemiz gerekiyor. Size güvenmediğinizden değil ama…”
Anlamıyordum. Trafik şubesinden bana verilmiş olan sarı zarfı iç cebimden çıkardım. Resimli- resimsiz, damgalı – damgasız kağıtlardan oluşan kalın tomarı doktora uzattım. Beriki alıp bir süre inceledi. Sonra da suratıma baktı uzun uzun. “Neden geldiniz buraya?”
Tamam, deliliğimin saklanacak gizlenecek yanı kalmamıştı. Haklıydı adam. Nebyüzle gelmiştim? Yine de soğukkanlı olmaya çalıştım, son gücümü kullanarak, “Ehliyet almak için” dedim. Sesim titriyordu. Kendim bile tanımamıyorsun sesimi. ” Muayene için buraya gelmem gerektiğini…”
Sözlerimi bitiremedi. Doktorun ve öteki beş kişinin kafalarının içinde yaylar koptu. Çılgınlar gibi gülüyorlardı. Güçlükle mola veriyorlar, sonra yine gülmeye başlıyorlardı. Tam bittiğini sanıyordum, içlerinden biri “Kırrrhk” diye güç anlatır bir ses çıkararak burnundan salıveriyordu bastırmaya çalıştığı kahkahasını. Ötekilerini gülmeleri de yeniden alevleniyordu.
Doktor hepsinden daha okumuş yazmış ve daha olgun bir adamdı kuşkusuz. Sonunda tutabildi kendini ve bir kaç söz edebildi. “Kardeşim, biz hastanenin yumurta ihalesini yapıyoruz burada” dedi. Asabiye servisi karşıda”. Sonra yeniden bıraktı kahkahalarını.
Meğer beni de yumurta tüccarı sanıp eksiltmeye sokmuşlar.
Bu olay büsbütün bozdu sinirlerimi. Bir daha hiç girmedim muayeneye. Ehliyet de, bulduğum güzelim iş de suya düştü.
0 Comments