Son yirmi gündür hayatım en çok sevdiğim iki kelime etrafında dönüyor. Yazmak ve okumak.
”Dünyanın en mutlu insanı benim” demek istiyorum, ama beni tanıyanların hemen, ” Meliha, sen zaten hayatın boyunca o iki kelime etrafında dolaştın. Değişen ne var ki?” diye bağırabilirler.
Evet, kendimi bildim bileli en çok sevdiğim şey okumak, hikaye uydurmak ve yazmaya çalışmaktır. Son nefesime kadar da bu böyle olacak. O yüzden yalnızlığı fazlasıyla seven bir insanım.
Zaten okumak ve yazmak tek başına yapılan, yapılması gereken bir şeydir.
Ama yirmi gündür bunu bir sürü arkadaşımla birlikte yapıyorum. Farklı farklı pencerelerden bakarak anladıklarımızı, anlamadıklarımızı ve anlamak istediklerimizi tartışıyoruz.
Bu işin en güzel tarafı da genelde öyküleri konuşuyoruz. Yani benim en büyük aşkım olan edebiyat türü.
Daha okuma yazma öğrenmeden, neredeyse iki üç yaşından beri hikaye uydurmaya başladığıma göre, şu an dünyanın en mutlu insanı olmam doğaldır. Değil mi?
Peki, ben bu yirmi gün içerisinde neler öğrendim…
Okuduğum her öyküyü ameliyat edercesine tekrar tekrar okuyarak, anlamayı ve çözmeyi. Çözmeyi öğrendikçe de, kendi öykülerimi nasıl ameliyat etmem gerektiğini öğreniyorum.
Yani Semih Gümüş ve kurstaki arkadaşlarım sayesinde, sakat da olsa dokunmaya kıyamadığım çocuklarımı kesip, biçiyorum. Vedalaşmam gereken ağır ağır cümleler, tonla kullandığım ünlem işaretleri, sonu gelmeyen noktalama işaretleri ve illa ki mesaj verme kaygılarım.
Anlayacağınız çok, ama çok çalışmam lazım. Ama çok mutluyum. Kimse bana dokunmasın, hayatımın sonuna kadar masa başında oturup, bunlarla uğraşabilirim. (Keşke bu mümkün olabilse)
İnanır mısınız, artık rüyalarımda bile Semih beyin karşısında öykülerimin savunmasını yapıyorum. Hem de öyle böyle değil, kıran kırana savaşırcasına.
Uyandığımda kendi halime gülüyorum, ”O güler yüzlü, sempatik adamı ne hale soktun” diyerek suçu bilinçaltıma havale ediyorum.
Bu geceki rüyamda mesela, ”Meliha, sen konuşurken ‘kendi ihanetime ihanet etmiyorum’ cümlesini kurar mısın diye soruyordu Semih bey. Ben, ”Evet, evet” diye gülümseyerek kafa sallamaya çalışırken, ”Öyküde böyle bir cümle kurulamaz! Benim söylediklerimi yapmazsan, o turşusunu kurduğun öykülerinden kimsenin haberi olmayacak. Ona göre” diye çıkışınca uyandım.
Sabah kahvemi yapar yapmaz onun önerdiği bir kitabı elime aldım ve otuzuncu sayfasında şu cümleyle karşılaştım.
”İyi bir öykü yazmanın üç kuralı var- ama sorun şu ki, o kuralları kimse bilmiyor…”
Demek ki, hem Semih beyin söylediklerini dikkate almalıyım, hem de kendi bildiklerimin bazılarını da unutmamalıyım.
Neyse benim çalışmam lazım. Ameliyatlara devam.
0 Comments