”İnsan doğup büyüdüğü yere küser mi?” sorusu etrafında dönenen bir roman.
Ben bu romanı tavsiye üzerine okudum. Hem beğendim, hem beğenmedim.
Büyüleyici ve sürükleyici bir dili var. İnişli çıkışlı ritminden dolayı da kitabı elime alınca bırakamadım 🙂
Bol kayıplar, sevinçler, umutlar, çılgınlıklar ve aykırı hayaller arasından süzülen hüzünlü bir hikaye.
Fonda Cumhuriyete geçiş dönemi var. Annesini babasını kaybetmiş bir erkek çocuğun düşe kalka hayata tutunma, hayatı öğrenme çırpınışları. Babaanne ile anneanne evi arasında gidip gelen ve savrulan bir çocuk.
Yirmi otuz yaşlarındaki Eleni ile hayatı, ölümü, insanları ve cinselliği tanıması etrafında dönüyor konu. Bizim toplum için aykırı olabilecek bir konu üstelik.
”Ayna birinden hoşlandı mı, insanı kendi alemine çeker alır. Giden de bir daha geri dönemez” diye tarif ediyor yanlış ve yasak aşkını Eleni.
”Sevdiğim her şey onda toplanmıştı” diye kendine itiraf ediyor çocuk.
İkisi de yanlış olduğunu biliyor, kaçınılmaz sonu engellemek için çırpınıyor. Ama sonunda bütün bedelleri göze alarak, bir damlacık mutluluk haklarını kullanıyorlar.
Kahramanların iç dünyaları öyle sade bir çıplaklıkla önümüze seriliyor ki, yaptıklarını yargılamaktan bir şekilde vazgeçiyoruz.
Oysa hikayede bir nevi sapıklık denilebilecek bir durum söz konusu.
İlk başta anne gibi sevilen, anne gibi yaklaşılan bir duruma aşk ve cinsellik karışınca, bocalamaya başlıyor insan.
”Keşke olmasa, keşke olmasaydı” diye düşünmedim değil. Ama olmasaydı da herşey eksik kalırdı. Neticede yanlış, ama güzel ve yaralı bir aşk söz konusu.
Tam o şekilde olmasa da, herkesin yaşamak isteyebileceği bir aşk.
Beni en çok etkileyen cümle: ”Tombul kollarıyla beni sardı: Korkma insancık” dedi. ”Korkma. Göreceksin, her şey yeniden güzelleşecek. Bütün korkuların geride kalacak”. Ölüm yolculuğum o gece başladı”.
Evet, bir damlacık mutluluk uğruna ölüm yolculuğuna adım atmak. Aşkı aşk yapan da belki budur. hayat birazcık ölüm değil mi aynı zamanda 🙂
Mutlaka okuyun derim.
0 Comments