Bu soruyu yazı yazmasını öğrenmiş bir çocuğa soralım. Masalları tanıyan ve kendisi de yazmayı deneyen bir çocuk…
Üstelik kukla tiyatrosuna adapte edilmek üzere hazırlanmış olan Kaetchen von Heilbronn veya Kül Kedisi gibi birçok masal kitabı vardır.
Yine de yeni bir masal yazmak üzere heyecanla işe koyulur. Oysa, özellikle sonunda memnun kalamayacağı için, zahmet etmeyebilirdi. Fakat heyecan, elde edilenden daha çok mutluluk vermektedir. Bu onun ilk edebi tecrübesi olur.
Gençliğe geçişinde, ona sevdiği bir şair eşlik eder. Yetişmekte olan genç, çoktan ölmüş olan şairi hayattaymış gibi, hatta sevdiği kıza döktüğü gözyaşından daha fazla gözyaşı dökerek sever. Portresini yapıp tıpkı onun gibi mısralar yazar. Bu büyük sırrın sığabileceği dar öğrenci odasında, şairin kaderi düşünce dünyasını yeniden yaşar.
Bu ilk olağanüstü yaşantısının sonucu, pek başarılı olamaz. Genç insan olan her şeye inanır, geleceği pek göremez. Ölümün, şüphesinin, esprisinin, acısının bile patronudur. Daha öğrenecek çok fazla şeyi olduğunu kabullenemez. Ne zaman ki babası ölür (ama o da bir insandı, düşünsel bir olgu değil), bu beklenmeyen acı tıpkı bir günah gibi gencin üstüne çöker. Acılardan hatta hayattan bile ancak şimdi paha biçilmez tecrübeler kazandığını anlar. Gerçek artık daha katı ve daha acımasızdır. İşte, şimdi içine girmek zorunda olduğu gerçek dünyayı, mesleğini, yalancıları tanır.
Hepsini tanır ve onların üstesinden gelebilmek için, kendisine sadece kelimelerin yardım edebileceğini, daha ilk anda anlar. Tecrübesiz kişinin üzüntüleri, yorgunluğu ve hor görülmesi, kısacası her şey, geceleri yazılan kelimelerle son bulur. Kelimelerin uğruna her şeye katlanıldığını, hatta zevk bile alındığını keşfeder.
Kaba ve çirkin gerçek, henüz meşhur olmamış bu iç dünyayı kurtarır ve yeni yeni etkilediği kişiliği yaratır. Dili çözer ve geceleyin kelimeler çağlayarak akar.
Daha da fazlası olur. Dünyanın, genç bir insanın kendisi için gizlice yarattığı kelimelerle alıp veremediği yoktur. Dünya, onun yazdığı kelimelerden dolayı mi dönmektedir sanki 🙂
Kaldı ki dünya, hiçbir zaman kelimelerin konusu olarak düşünülmemiştir, oysa genç insan buna inanmaz. Dünyada alışveriş olan her şeyin kendisi için kelimeler olduğunu bilir.
Mücadele içinde, geçip giden günlerin aynı hareketi onda dış dünyayı, kendisinde ise yalnız kelimeleri yaratır. Fakat kelime de bir harekettir. Hareketin kelimelere eşit olduğu görünmez bir ülke vardır. İşte bu ülke, onun ülkesidir. O ülkeyi tıpkı bir hükümdara benzetir. Dünyayı anlatabilmek için onun verdiği süreyi kullandığından, kendisini tamamen eşit haklar içinde dünyaya yerleştirir.
Ne var ki ters giden bir şeyler vardır. Hiçbir şeyi becerememektedir; bu 20 yaşındaki genç insan için katı bir gerçektir. Bir gün başaracaktır, bunu önceden hissetmektedir, söylenen her şeyde üstünlüğünü iddia eder. Fakat henüz bu dünyayı kaldıracak gücü yoktur. Dünyası da mı yoktur yoksa? Hedefine varmak isteyen her dürtü, şekli zorlayan her ritim, her müzik başlangıcı, onu harekete geçirir. Ah! Suskun müzik, hiç gelmeyen ilham! 🙂
Yirmi yaşındaki insan, kendisini bile tam tanımaz. Gelecekte de kendisini tanımayacaktır. İçindeki karanlıkta bir takım şekiller görmeyi öğrenecektir. Dünya daha sonra ona, kendi gerçeğini olmasa da, onun gerçeğini bahşedecek ve genç bunu aydınlatıp, ortaya çıkaracaktır. İnsan yirmi yaşında bunu nasıl başarabilir?
Yaşamış olaylardan ve hayal ettiklerinden bir şeyler elde etmek ister. Hatta bunu şiddetle arzular. Ah! Titremeler, heyecan içinde geçen gece saatleri! Yazdıklarını gündüz tekrar okur, ama hepsi eser değil, kötü laf kalabalığı, hayata yazılmış çaresiz mektuplardır. Yazarken, hayatı zamanından kurtarmak istemiştir.
Yirmi yaşındaki bir insanın hayal kırıklığı son derece acımasızdır. Tahammül edilebilir, kolayca unutulur, fakat yalnız onlar bu denli dayanıklıdır.
Birkaç yıl sonra tıpkı sihirli bir değnek değmişçesine bir eser meydana gelir, kendisi de farkında olmamıştır bunun, daha iyi düşünebilmek ve hayata devam edebilmek için güçlenir. Aslında çocuk gibidir hala; genç mucit buluşundan dolayı, sevincinden odasının tavanına kadar zıplar. 🙂 Oysa aslında sahip olduğu sevinebilme yeteneği, içinde gizli kalmış neşesidir.
Dünyanın üstesinden edebiyat yoluyla böylesine mükemmel bir şekilde gelebilmek de bir avantajdır. Hüzünlü olan hiçbir şey yeryüzünde yaşamamalı.
Sevinç üzüntünün karşılığıdır, onun yeteneği ise her ikisini de kapsar. Elde edilen hiçbir kelime üzüntüyü yok edemez. ”Yalnız Tanrım var” demek de çözüm değildir. Hor bakılmasına karşı çok hassastır ve karaktersiz olan her şey onu üzer.
Hayatın acı sillesi, görmüş geçirmişlere bile, mümkün değilmiş gibi gelen tokatlar vurur. O ise mutsuzluğu tanır, ama çok çabuk unutur ve her sabah yeniden mutluluğa inanır. Aslında bu insana özgü bir iyimserliktir ve yalnız böyle bir insanın büyük heyecanı yeni ürünler yaratır. Heyecan onu sürekli yeniler, ne kadar heyecan içinde yaşarsa o kadar genç kalır.
Sadece duyguları değil, düşünceleri de heyecan doludur. Fikirlerinin sayısı kısıtlıdır ve tutkuların gücünü ve desteğini onun sayesinde elde ederler. Düşünce ve anlamlar, kelimelerden oluşmuş bu dünyada çelişkiye düşmezler, gerçekte olandan daha farklı bir birlik vardır.
Bu nasıl mümkün olmaktadır? Bizzat yaratıcı çelişkiler içinde olup, üstelik her gün eserini inkar etmektedir. Birçok kimse ona çok az güvenirse, o sık sık “Bilseniz, ben kimim?” der.
Yazar birçok kaderi, insana ait birçok konuyu kendi sorunu yapmıştır. Üstelik bunu çıkar için değil, bitmez tükenmez iş disiplininden dolayı yapmıştır. Yıllar, hatta yüzyıllar sonra bile dünya onu tanıyıp, olduğu gibi kabul ettiğinde, buna kendisi bile şaşırır.
Şimdi onu dünyanın yalnız bir bölümü tanımaktadır, ama daha fazlası da beklenemez zaten. O ise bunun için uzun süre yalnız kalmış, dünya ile düşünsel savaşa girmiş, bilgisi ve sabrıyla dünyayı kazanmış ve dünya için sorumluluk yüklenmiştir.
Aslında yalnız uydurma şeyler yazan bir kimsenin, dünyanın gidişatından bir nevi suçluluk duygusu duyabilmesi oldukça tuhaf kaçar. Yeryüzünde kötü olan her şey, onu kendi hatası ve başarısızlığıymış gibi rahatsız eder. Dünyanın daha iyiye doğru gidişindeki yavaş temposu, onun sanki kendisi orada saplanıp kalmış gibi sürekli öfkelendirir. Dünyadan kendisi için hiçbir şey beklemez de. Dünyaya gelen herkes, kendisi için daima çok şeyler ister. Yazar bizzat aktif olmadığı halde, aktif olanlara karşı vicdani bir sorumluluk taşır. Ama ya işe karıştıysa? Belki de gelecek kuşaklar adına?
Bugünün kitapları, yarının gerçeğidir ve gelecek neslin öncüsü yazarda yaşar.
*** Yer yer çeviri hataların olmasına rağmen, yazmayı seven herkesin kendinden bir şeyler bulacağı bir yazı 🙂
0 Comments