Bilgisayara geçmediğim için şaka yollu, ”Paran mı yok?” diye takılanlara elimdeki kalemi gösterip, ”Bu en güzel bilgisayar eder” diyerek, teknolojik korkumu örtbas etmeye çalıştığım günlerin üzerinden yıllar geçti. Şu anda evimde ve yayınevimde toplam 12 tane var ama yine de teslim olmadım bilgisayara. Hala şiirlerime kağıt kalemle çalışırım.
Bilgisayarda şiir yazmak, bugün bile telsizle balık avlamak gibi bir şeydir benim için…
Kalem diyorum da, nasıl bir kalem? Benim gibi orta ölçekte bir kalem meraklısının yine de hatırı sayılır miktarda kalemi olduğunu tahmin edersiniz sanırım. En kalitelisinden en ucuzuna kadar üstelik. Çünkü kitap fuarlarında dağıtılan promosyon kalemlere bile dayanamam 🙂 Özelikle yurtdışı kitap fuarlarından bazen onlarca kalemle döndüğüm olur. Hepsini birden kullanma şansım olmadığını artık öğrendiğimden çevremdeki arkadaşlara dağıtırım bir süre sonra. Ama olsun bu alışkanlığım hiç değişmez…
Cervantes, “Kalem aklın dilidir” diyor. Sadece aklın mı? Hezeyanlarımızın, saçmalamalarımızın kahrını da çekiyor kalem. Düşünsenize en aptalca, en saçma sapan şeyler karalasak bile boyun eğiyor hiç tepki vermeden. Bazen tutukluluk yaparak nazlandiği oluyor, ama olacak o kadar…
Benim tercihim hep dolmakalemden yana olmuştur. Farklı markalarda otuz kadar dolma kalemim var galiba. Elime oturanını severim, bir de akışkan olanını. Böyle bir kalemin zihni açtığına inanırım.
İnsanın yazarken daha iyi düşündüğünü bildiğim için kağıdın yüzeyinde zorlanarak kayan bir kalem canımı sıkar, bütün keyfimi kaçırır, hemen fırlarım yerimden.
Ne var ki, kağıdın sağı solu belli olmaz. Hele bir de kalemi gözü tutmazsa, saplanıp kalırsınız kağıda. İsterse tek satır yazdırmaz. Buruşturup buruşturup çöpe atmayı göze alarak hem de. Onun için yalnız kalemle değil, kağıtla da geçinmeye çalışırım…
Bir de kalemin fazla iştahlı olduğu durumlar vardır; Kağıt biter o yorulmaz bir türlü. Ahmet Erhan güzel söylemiş: ”Kağıt bitti bu gece/ kalem sessizce içini çekti…”
Benim kalemlerim öyle mahzun değildir gerçi; bana benzerler; inatçıdır, bir tur atar ve yeniden bir tomar kağıtla oturur yerine…
Kalemin kağıtla arkadaş olması çok önemlidir. Bunu en iyi bilen Dağlarca’dır elbette. Dağlarca’nın çalışma masasında 7 defter, her defterin üstünde de bir kalem bulunurdu. 7 ayrı kitabı bu defterlere bu 7 ayrı kalemle yazardı. Kalemler o defterlerin demirbaşı gibiydi, aynı kalemi başka defterin üstünde göremezdiniz. Sorduğumda, ”O şiirleri o kalem biliyor, yerleri değişirse kafaları karışır” demişti.
Ben o kadar iddialı değilim gerçi, bir şiiri birkaç kalemle çalıştığım olmuştur. Hiçbiri de yüksünmedi şimdiye kadar…
Kalemle muhabbeti ”ölüm”üne olanlar var bir de. Sözgelimi Hulki Aktunç, ”Bir kalem dikin toprağıma” derken kalem tutkusuna bir gönderme yapmadığını kim iddia edebilir?
Tanıdığım ve sevdiğim insanların cenazelerine gitmem genellikle, sanki dün kahve içmiş, önümüzdeki hafta yeniden buluşup bu sefer konyak içecekmişiz tadında kalsın isterim her şey. Hulki Abi gömüldüğünde kalem diktiler mi toprağına bilmiyorum ama bu isteğin nedeni bugün bile tüylerimi ürpertir: “yan yana gelmemiş sözcükler var daha”. Üstelik bu dilde “gök kubbede söylenmemiş şey yoktur” gibi büyük bir sözümüz varken. Ölüme böyle meydan okumaya şapka çıkarılmaz da ne yapılır?
Yazma serüvenim sadece kalemle olsa iyi; benim bir de yolda yürürken konuşmalarım vardır. Halk ozanları gibi mırıldanır dururum dizeleri. Şiirin ağızda kurabiye gibi dağılanını sevdiğimden, o kıvama gelene kadar kah sözcüklerin yerini değiştiririm, kah dizeyi tamamen atar, başka bir dize uydururum; yeter ki istediğim kıvama gelsin. Sonra yine kaleme döner, birkaç kez yazarım şiiri. İçime siniyorsa o şiirle sorunum kalmaz artık.
Hem az, hem de böyle zorlanarak yazdığım için, çok yazanları- kıskanarak demeyeyim de- imrenerek takip ettiğim doğrudur. Yazdıklarımın da beni sarması şart elbette. Onlar tılsımlı kalemlere sahiplermiş gibi gelir bana. İşin sırrını neredeyse öğrenecekmişim duygusuna kapılırım, yazdıklarını okurken… Sözgelimi Enis Batur.
Yazıyla uğraşıyorsanız, bu kadar çok yazan- eminim bütün kitaplarının kendi bile sayamaz- bir insanı hasetten takibe almaktan başka çereniz yoktur!
Kalem tutkusu olmayan bir yazar var mıdır? Yoktur bence. İyi kötü her yazar kendi çapında ucundan tutar bu tutkunun.
Kalem merakı denince hemen aklımıza dolma kalem gelir, ki yanlış da değildir. İşportada satılan ucuz kalemlere tutkun olsanız ne yazar, olmasanız ne yazar? Sözünü etmeye bile değmez. Dolmakalemi, daha doğrusu mürekkebi başımıza Çinli bir filozof sarmış, hem de beş bin yıl kadar önce. Kurşun kalemle benzer bir şeylerle ne güzel yaşayıp giderdik aslında. Şimdi öyle mi, çeşit çeşit kalem var, çeşit çeşit mürekkep, çeşit çeşit renkte hem de. Ve elbette çeşit çeşit fiyat…
Zaten bize özel olduğumuzu hissettiren de işin bu tarafı. Bir dolma kaleme epeyce bir para vermeyi göze almadıktan sonra, ben ona kalem merakı mı derim! Şaka tabii. Daha orta halli ve çok kaliteli dolmakalemler de yok değil…
Kalem tutkunuyum diyorum ya, benimki de bir şey mi?
Kalem söz konusu olduğunda yanında konuşmanın haddimiz bile olmayacağı kişiler de tanırım. Sözgelimi Doğan Hızlan… Cemal Süreya 1234 kalemi var diye not düşmüştü, yine de daha fazla olduğunu tahmin ediyorum. Sayısını bilmiyorum, eminim kendisi de bilmiyordur. Kalem onda sürekli biriken bir şey çünkü. Hiçbirinden vazgeçmez. Yanında çalıştığım dönemde, yurtdışı seyahatine çıkarken her zamanki gibi bizden bir şey isteyip istemediğimizi sormuştu. Ben de muziplik olsun diye ”kurşun kalem” dedim.
Seyahattan döndüğünde kalemden hiç söz etmedi. 15 gün kadar sonra, ”Unuttunuz değil mi?” diye sorduğumda, ”Unutmadım, aldım” dedi. ”Niye vermiyorsunuz o zaman?” deyince çok net konuştu: ”Kıyamıyorum”. Kalemden vazgeçmeyeceğimin farkına varınca yerine depderi çantasını vermeyi kabul etmişti…
”Kağıda dokunan kalem kibritten daha çok yangın çıkarır” demiş Forbes, ki haklı. Edebiyat dilde yangın çıkarma sanatı değil mi zaten, hele bir de kalem elinize iyi oturmuşsa ve kağıt tutuşmaya hazırsa…
0 Comments