Şehir, Edna’nın evinin arkasında büyümüştü ve o farkına bile varmamıştı.
Her gün bahçesinde çiçeklerine bakmış; sebzelerini, biberlerini, domateslerini sulamış; kuşları beslemiş, sincapları kovalamış ve çitin diğer tarafında neler olduğunu hiç fark etmemişti.
Sadece birkaç metre ötedeki arabaları, motosikletleri, yoktan var olan binaları fark etmemişti. Dondurmacıdan, kuaförden, pubdan, süpermarketten ve öğrencilerin toplandığı kafeden de haberdar değildi.
Edna hiç birini duymazdı.
Edna’nın tek duyduğu, bütün gün bahçesinde uçuşan arıların vızıltısı, kuşların cıvıltısıydı. Bazen küreğinin sesini duyardı, bazen de kalbinin. Özellikle koparılmaya hazır hale gelmiş kırmızı bir domates gördüğünde.
Alfred hayattayken, bahçenin en güneş alan köşesine, domates veya erik veya olgun biber yemek için en güzel yer dediği yere bir bank koymuşlardı. Bazen beraber yaptıklarımızın keyfini en güzel sürebileceğimiz yer, derdi. Edna şimdi, bazen bu banka yalnız oturur, gözlerini kapatıp etrafındakileri koklardı.
Egzozun, biranın veya yandaki kebapçıdan gelen pişmiş etin kokusunu almazdı burnu. Çitin öte tarafında kaldırımdaki kusmuğun veya daha güzel semtlere koşarken oradan geçen bayanların parfümlerini de duymazdı. Edna’ya çileğin, lalenin, leylağın ve elmaların kokusu gelirdi. Ve tabii ki Edna’nın dikkatli bakımı sayesinde büyüyüp, normalden daha gürleşen lavanta çalısının kokusunu duyardı.
Bazen gözlerini kapardı.
Şehri ve içindeki insanları fark etmezdi.
Ama onlar Edna’yı fark etti.
Yatak ve çekyat satan, yemek masası sandalyelerinde iki tane alana üçüncüyü hediye eden, başarılı mobilya dükkanının tam karşısındaki ufak, çarpık evi fark ettiler.
Hatta mobilya dükkanının müdürüydü şehir planlama ofisini arayan. Adı Howard’dı, gözlük takardı ve el çantasının içinde her zaman terlik taşırdı.
Howard’ın sevilmeyecek bir yönü yoktu, iyi niyetliydi, klasik müzik dinler, siyah beyaz filmler seyrederdi. Ama yine de aramayı yapan Howard oldu.
Howard, Edna’nın evinin terk edilmiş olduğunu sanmıştı. Ona öyle gelmişti. Arsa için bir fikri vardı, böyle ziyan oluyordu. İşte böyle düşünüp aramayı yapmıştı terlikli Howard. Öğrenci yurdu için güzel yer olurdu. Topluma katkısı olsun istiyordu. Ve bir gün hiç fark etmediği şehir, gelip Edna’nın kapısını çaldı.
Edna kapıyı duymadı.
Edna çiçekleriyle, kuşlarıyla meşguldü. Bir kuş havuzu yapıyordu, kayın ağacında yeni bir yuva fark etmişti. Çok meşguldü.
Sonra neler oldu pek belli değil. Muhtemelen birisi kağıtlara bakıp, arşivleri araştırıp, bir yerlerden Edna’nın ismini, yaşını, akrabası olmadığını ve ölüm sertifikasını eksik olduğunu fark etti. Sonunda kapıyı kıran iki polis memuru oldu.
O ikisini yollamaya kimin karar verdiğini yine pek belli değil. Howard biraz abarttıklarını düşünmüştü. O gün mobilya mağazasında alışveriş yapanlar da öyle. Koltukları, yatakları incelemekten vazgeçip, sokağın karşısındaki eve bakmaya başlamışlardı. Bazıları rahatsız olmuştu. İki polis memuru kapıyı kırdığına göre bu küçük çarpık evde herhalde suçlu biri yaşıyor diye düşünüyorlardı. Pek çoğu fark etmedi bile.
Edna’yı bahçenin köşesinde, bankın üzerinde buldular. Elinde yarısı yenmiş bir domates ve ayaklarının dibinde bir sepet sebze vardı. Polislerden biri öğürmemek için kendini zor tutuyordu. Sadece koku değil, manzara da kötüymüş. Sebzelerin üzerindeki küf, sarı çimenler. Ölü kadında bir şeyler vardı, gerilmiş derisinde, kapalı gözlerinde, giydiği yeşil karışık elbisesinde ve yüzündeki gülümsemede. Bütün bunlarda üzücü, rahatsız edici bir şeyler var diye düşündü polislerden biri.
Diğer polis fark etmedi bile.
0 Comments