Kayıp- Davıd Konstantın


0

Kimse fark etmedi. Anlaşılan hiç etmiyorlar. Etseler de yanlış anlıyorlar. Hani ani duraklamalar vardır- bir sessizlik, bir boşluk- ve sonra birisi çıkıp şöyle der: Melaike geçti. Hiç de öyle değil oysa. Ruhun terk edişi, dokuzuncu kata doğru kanatlanışıdır.

Bay Silverman şöyle bir sağına soluna baktı, etrafı kolaçan etti. Erkeklerin hepsi yerli yerinde duruyordu, erkekler ve bir-iki başarılı kadın, hepsi hala oradaydı. Konuşmasını kaldığı yerden sürdürdü. Belki hiç duraksamamıştı. Devam edip sonuna geldi. Soruları aldı, bazılarına neredeyse bir konuşma yapmasını gerektirecek kadar uzun cevaplar vermesi gerekti. Neyse bitti, başarılı olmuştu, bunu fark etti. Gülümsüyorlardı, o ne istiyorsa onlar da onu istiyorlardı. Birer birer gelip elini sıktılar, ona adıyla hitap ettiler, kutladılar, iyi yolculuklar dilediler. Sayılarının azaldığını görünce- çok geçmeden yarıdan fazlası gitmişti- endişelendi, hem de biraz merak etti. Sahi hiç kimse fark etmemiş miydi? Etmişlerdir, bundan böyle dünya yapmacıklığa bürünecek diye korktu. Fark etmişlerdir, bundan böyle kimsenin ruhu duymadan bu gerçekle yaşamak, bu gerçeğe hapsolmak zorunda kalacak diye korktu. Aralarındaki eskiye dayalı hukuku göstermek için iriyarı bir adamı ceketinin kolundan tuttu, onunla birlikte pencereye doğru döndü. İriyarı adam- adı Raingold’du, kendisine Ed denmesini isterdi- ona doğru eğildi, dinliyor, sık sık kafa sallıyor, takım elbisesinin her telinden, ellerinde ve lekeli geniş yüzünde meydana çıkan çıplak teninin her gözeneğinden, yakınlık görme isteği akıyordu. Alçak sesle konuşup duran Bay Silverman arkasında onu uğurlamak için bekleyen başkaları olduğunun farkındaydı. Oda çok sıcak, dışarıdaki günlük güneşlik Manhatan çok soğuk, sıcaklığı ve müthiş soğuğu ayıran kaliteli cam tabakası da çok geçirimsiz geldi. Öyleyse bu kayıp, bu terk esrarengizdi. Erbabı camın üstüne çıkmış kuş biçiminde kirli bir ize benzeyen kaybını görür müydü acaba? Cam molekülleri, cehenneme ulaşmaya niyetli ruhlara geçit veriyordu demek ki.

Çok yükseklerdeydiler, yüz küsürüncü katlarda. Etraftaki çelik ve camdan yapılma kuleler sahne arkasındaki perdeler gibi hafifçe sallanıyor ya da dalgalanıyor gibiydi sanki, oysa dondurucu rüzgarda ışık ve gölgelerin, bulut ve yansımaların oynadığı bir oyundan başka bir şey değildi bu. Kuleler eskiden olduğu gibi hiç kıpırdamıyordu. Bay Silverman, Ed Raingold’un iyi cins kumaştan ceket kolunu çekeleyerek evet dedi, bence gayet iyi geçti. Sen ne diyorsun? Ed Raingold, Çok iyiydi dedi. Eğilip keyifle gülümseyerek de ekledi, Yaparsın sen Bob. Bay Silverman’ın şaşırmasında, gerçekten de akıl erdirememesinende bir parça küçümseme de vardı. Kimsenin dikkatini çekmemiş miydi? Bir ruhunun olup olmaması fark ediyor muydu?

Malum, ölümle birlikte beden bir miktar hafifler. Bütün vakalarda hep yirmi bir gram. İşte deriz, insan ruhunun ağırlığı bu olmalı. Cesetten cesede çok fark vardır. Geçende bir yeniyetme görmüştüm, rahat bir yüz otuz kilo filan vardı. 17. Rıhtım’daki yeni alışveriş merkezindeydi. Yiyecek içecek üst katta satılıyor orada, kız yürüyen merdivenlerin başında durmuş, bir ceset yukarı çıksın mı onu düşünüyordu. Kafasına anten gibi bir süs takmıştı, Victoria dönemi gravürlerinden cinlerle perilerin başlarına taktıkları cinsten. Öte yandan, sözgelimi Etiyopya’daki o bebekler taş çatlasa bir kilo gelmiyorlar. Ama belli ki ölüm halinde kayıp aynı oluyor.

Ertesi sabah uyandığında Bay Silverman kendini hafiflemiş hissetmedi: Tam tersi ağırlaşmış hissetti. Gece içinize kurşundan bir top yerleştirildiğini; yahut bir organınızın, kabaca böbrek büyüklüğünde bir tanesinin uyurken kurşuna dönüştüğünü düşünün. İşte öyleydi. Tam neresi olduğunu söylemek güç: Başın arka tarafı, kalp civarı, göbek çukuru? Dolaşıyor gibiydi. Elini neresine bastırsa, orada değildi. Ağır bir grip gibi, dağılıp her yanını kaplayabilirdi belki de. Tekrar daldı ve rüya gördü.

Uyandırma servisinin erkenden aramasıyla silkinerek uyanan Bay Silverman- Singapur uçağına yetişmesi lazımdı- yatağa oturup ağlamaya çalıştı. Sarsıldı, kendini zorladı,  hıçkırdı, fakat gözlerinden gelen yaş, yanaklarına düşecek birkaç kar tanesinin vereceği ıslaklıktan fazla değildi. Rahatlayamadı. 

Duş aldı, aşırı ısıtılmış odada çırılçıplak dolandı. Kapı kollarına, elektrik düğümelerine, metal çerçevelere her dokunuşta hafifçe çarpıldı-oldukça can yakıcı hafif elektrik çarpmaları. Onu irkilttiler, ufak sarsıntılarla parmaklarından kalbine kadar ürperttiler. Her seferinde hafif bir çığılık atarak, odadaki gerilim boşalıncaya kadar onları üstüne topladı. Sonra pencereden baktı. Yüksekteydi, doksan küsurlarda, güneş kulelerin üst tarafına vuruyordu. Ta aşağılardaki- Bay Silverman aşağıya baktı- bütün o sessiz telaş koyu gölgeydi. Hangisi daha kötüydü? Kendinden başka kimsenin olmadığı zamanki bir başınalığı mı? Yoksa Ed Raimond’un koluna yapıştığı zaman bunun kanıtlanışı mı? Korkunun nasıl bir şey olduğuna ve derecelerine dair buz gibi, tarafsız ve mesafeli bir meraka kapılacağını gördü.

Araba. Havaalanı. Uçak. Sigapur. Bagaj bölümüne doğru giderken- son derece biteviye, uzun ve sesi boğulmuş bir yürüyüş – olağanüstü bir şey gördü Bay Silverman. Halılar, camlar, bol bol cam ve ılık sidik gibi her yerden zerrecikler halinde yayılan her zamanki müzik: Olağanüstü şeyse bir kuştu, görünüşüne bakılırsa bildiğimiz serçe, ta yukarıda apaydınlık cam tavanda, belki de bir iç tavanda; cama çarpıyor, çırpınıyordu. Hayvanın ışığa ve dışarıda kalan havaya doğru yönelmesi doğaldı, inanılmaz olan şu anda bulunduğu yere gelebilmiş olmasıydı. Buraya canlı girmezdi hiç, çok çok körlere hizmet eden kılavuz köpekler veya bomba arayan köpekler, ama bunun dışında canlı olmaz sadece gelip geçen insanlar olurdu. Belki de mikrop bile girmiyordu buraya, sırf koca cüssesiyle yürüyen insanlar, ama asla kuş olmazdı, hele alelade bir serçe, gelgelelim oradaydı, çırpınıyor, o apaydınlık cama ölümüne çarpıyordu. Bay Silverman’ın kalan ömründeki tek su katılmamış şaşkınlık bu oldu. Bagaj bölümü yolundaki cam tavana çarpan serçe! Üstelik bu, daha sonra kabul etti, ağlayabileceği son fırsattı. Evet dedi, kenara çekilip o tüylü halının üstüne diz çökseydim, serçenin tepemdeki camda olduğunun bilincinde, başımın ellerimin içine almış olsaydım, Tanrı şahidim olsun ki ağlayabilirdim, gözyaşları parmaklarımın arasından fışkırırdı, belki avuçlarımı çukurlaştırır ve yukarı kaldırırdım, aradığım son gözyaşlarıyla ağzına kadar dolu bir kase gibi. Akıl sır erecek gibi değildi, ruhunu kaybettikten sonra New York’tan Singapur’a yaptığı yolculukta inişle bagaj bölümüne gidiş arasında ona bir fırsat tanınmıştı, işte o sırada anlayabilirdi.

Varış bölümünde gülümseyen ve elinde tuttuğu kartonda Bay Bob Silverman, Dürüst Yatırım yazan bir şoför tarafından karşılandı; çok geçmeden gülümseyen insanların arasındaydı, her zaman yaptığını yapıyordu. İki gün süren toplantılar ve sunumlar, hepsi başarılı. Şirketi yönlendirdi, kendi istediğini onlara da istetti. Konuya hakimdi, olayları ve rakamları açık, anlaşılır biçimde ortaya koydu, derli toplu savlar öne sürdü, vardığı sonuçlar karşı durulmaz cinstendi. Boşuna mı bu kadar başarılıydı! İkna yeteneği doğuştandı, öteki faniler için golf oynamak veya keman çalmak ne kadar doğalsa, onun için de ikna etmek öyleydi. Bütün bu olup biten vantrilokluk gibiydi. Kenara çekilip kendi sesini dinlemeye başladı; hatta görebiliyordu da bedeninden gelen sesi, kendisi ise bir kenarda durmuş bu sesi gözlemliyordu.

Singapur’da hiç olmazsa odalar çok serindi, dışarıdaki havanın sıcaklığınaysa (arabaya inip binerken hissetmişti) diyecek yoktu. Ama odalar çok yükseklerdeydi, yüzüncü kattan sonra başlıyorlardı, her taraf sıkış sıkış yükselen kulelerle doluydu, un ufak olmaları – Bay Silverman’a öyle geldi – sanki an meselesiydi. Onu kutlamak, gezisinin geri kalanında iyi yolculuklar dilemek için yanına gelen adamlar kendisinden kısa, daha ince yapılıydılar ama onun gibi giyinmişlerdi ve gözlüklerinin ardından ona bakan gözleri, neredeyse vahşi bir hayranlıkla parlıyordu.

Sayıları azaldığında yine bir kola yapıştı, çoktandır ustası olduğu bir küçümsemeyi dile getiren kelimeler ve beden diliyle, pencere yanında durdu. Ama içine yerleşen kurşunu vücudunun bir yerinde hissediyor, ufaktan öfkelenmeye başlıyordu, aralarında bulunan, hareket eden varlığın bir ruhu var mıymış yok muymuş, bu başarılı beyefendilerin umurunda değildi. O rahatsız edici düşünce, işte o zaman takıldı aklına; belki de hiçbir zaman önemli olmamıştı; içinde yaşayan bir ruh olmasa bile aynı şeyleri yapabileceğini, bu kadar yükselebileceğini, bunun zaten bir önemi olmadığının kesinkesliğini kafasında evirip çevirirken, kaybından önceki tüm yaşamı solup yok oldu, kurşun gibi ağır bir gölge bütün geçmişinin üstüne düştü. Ona bir ruha sahip olması şart koşulmamıştı hiç.

Heathrow’da karısı, Bayan Silverman karşıladı. Fark edecek diye gözlerine baktı. Etmişe benzemiyordu. Dudaklarından sertçe öptü. Dudaklardan hissedilir miydi, belki soğuktan ötürü bir irkilme? Edilmiyordu anlaşılan. Bayan Silverman iki çocuğu da getirmişti. Bakacak birini bulmaktan daha kolaydı. Seyehati iyi geçti mi diye sordu. Evet dedi, çok; karısına bakıyordu, fark edecek miydi? Sonra bu arada onun ne yaptığını sordu. Çok işim vardı dedi kadın ve kendi dertlerini ayrıntılandırdı. Derken sustular, sıkışık trafikte gidiyorlardı, arkada çocuklar da sessizdi. Karısının kendi alemine daldığını sezdi, kendisine olanlar onun başına gelmezdi asla, buna hiç şüphe yoktu. Kadın haddinden fazla yıpranmıştı, neredeyse hiçbir şeyle baş edemeyecek hallere düştüğü günler, haftalar geçirmişti; ama ne olursa olsun içinde süregelen bir şey vardı, bu da ruhu olmadan olmazdı. Bay Silverman’ın kalan yılları için az buçuk sezdikleri iç karartıcıydı. Bir adamın yaşayan ruhunu elde tutma uğraşı vermesi için, önce bir ruha ihtiyaç duyduğuna ikna olması gerekirdi.

Bay Silverman kayba uğramış diğer erkekleri ve kadınları fark eder oldu. İnsan kılığına girip dünya yüzünde dolaşan melekler birbirini hemen tanır derler. Bay Silverman’ın artık ait olduğu klan da öyleydi. Bir toplantıda olmazsa ötekinde, hafifçe şaşırarak terk edilmiş türdeşlerini tanıyor, onlarca tanınıyordu. Her kesimden, her meslekten insanlar vardı içlerinde. Hiç olmazsa kendisinin ve Bay Silverman’ın aşına olduğu kesim ve mesleklerden. Başarılı insanlardı. Mesela M25 otoyolunun hemen çıkışındaki Noel partisinde başarılı bir öğretim üyesiyle tanışmıştı. İkisi de hemen anladı durumlarını. Ne demeli? Ne denebilir ki? Birbirlerine ısınamadılar. Arkaları kalabalığa dönük yan yana durdular, ışıklarla süslenmiş bahçedeki kuru ağaça baktılar. Dr. Blench adındaki öğretim üyesi şöyle dedi: Dokuzuncu kat hakkında bildiklerimizin çoğu Dante’den geliyor tabii. Onun kıracak baltası vardı üstelik. Ama buz kısmı gerçek olmalı, öyle değil mi?

Bay Silverman Dante’yi okumuştu, buz hakkında bir şey bilmiyordu, ama Dr. Blench’le bir -iki kelime daha ettikten sonra Dante’nin buz için söylediklerinin gerçekten doğru olduğunu hemen anladı. Tam akıl erdiremediğim şeyse diye devam etti Dr. Blench, bunun ihanet edenlerin başına geldiğini söylemesi. Siz hain misiniz yani? Ben öyle olduğumu sanmıyorum. Buz doğruysa bile burada yanlışı var.

Bay Silverman M25’ten eve dönerken hiyanet üstüne kafa yordu. Hain miydi? Ona yalancı bile denebilir miydi? Kime hıyanet etmişti? Kime ne zaman yalan söylemişti? Karısına bir göz attı. Kadın bardaktan boşanırcasına yağan yağmur, yoldan sıçrayan sular ve bir sürü far ışığı arasında, bütün dikkatini araba kullanmaya vermişti. Yine düşündü: Onun başına gelmezdi. Biraz ferahlayınca kendi meselelerine dalacaktı, bunun için de bir ruh şarttı. Buna rağmen en büyük düşmanı ya da günah ve sevaplarını yazan meleğe bile, karısına ihanet ettiğini öne süremezdi, sürebilseler de doğru olmazdı. İş gezileri sırasında bir- iki kez fahişelerle birlikte ölmüştü. Tokyo’da öyle bir isteği olmadığı halde 141. kattaki odasına ikram olarak göndermişlerdi. Ama eve döndüğünde her seferinde Bayan Silverman’a anlatmış, ne kadar üzüldüğünü, hiç keyif almadığını söylemişti. Doğrusu, kadının affettiğini söyleyemezdi. Karışı ortada affedilecek bir şey yokmuş hissine kapılmasını sağlamıştı. Onu takdir edip omuz silkmişti. Çok kısa bir süre durmuştu üstünde, sanki tuhaf ama beklenen bir şey gibi. Sanki etkilenip etkilenmediğinin hesabını yapar, sonra da omuz silkmesiyle etkilenmediğine karar verir gibiydi. Bir ara Frankfurt’ta, sunumların çoğunda sekreterlik yapan bir kadınla ilişkimsi bir şey bile yaşadı. İkna yeteneğinin çok yüksek olduğunu söylemişti kadın. Bir süre ne zaman oraya gitse, seks yaptılar. Fakat bunu da Bayan Silverman’ın itiraf etmiş, pek önemli olmadığını söylemişti, karışı onu neşeyle kısa bir süre gözden geçirip hak verir görünmüştü: Önemli bir şey değildi. Öyleyse hain değildi, yalancı değildi, hiç olmazsa karısına, dünya yüzündeki en yakın yoldaşına karşı. O halde kime karşı?

Bay Silverman’ın yaşayan ölü olarak geçirdiği geriye kalan yıllar -bazen bitip tükenmeyecekmiş gibi gelen, uzun yıllar – için söylenecek fazla bir şey yok. Bir lütuf, ona yapılan bir iyilik ya da şans eseri, onun konumundaki birine ister istemez ulaşan bilgileri değerlendirip bir miktar parayla Bayan Silverman ve yetişen çocukları için çok karlı bir yatırım yaptı. Bunu hiç övünmeden, bezgin bir tatminle karısına söyledi. Karışı fahişeleri ve Frankfurt’ta bir süre seks yaptığı kadını anlattığında olduğu gibi onu takdir etti: Hem çok tuhaf hem de çok beklenen bir şeymişçesine, teşekkür edip başıyla onayladı. Adam kadının gözlerinin dalışını, gerçekte ait olduğu yere, kendi alemine dönüşünü izledi.

Bay Silverman buz üstüne bir hayli kafa yordu. Ağlayamaması ile ilişkilendirdiğini – haklıydı da. Bir akşam Manhattan, Tokyo, Frankfurt ya da Singapur’da çok hızlı bir asansörle 151. kata çıkarken kendini bir türdeşiyle baş başa buldu, ondan daha yapılıydı, fevkalade bir kumaştan takım elbisesi, göz alıcı ve kendinden emin bir kravatı vardı, sol serçe parmağında da armalı okul yüzüğü. Adam- adım Şam demişti- daha yeni kulağına gelen çok kötü bir sonu (buna son denebilirse eğer) anlatmaya başladı hemen. Kapılar açıldı, Sam ve Bay Silverman çıt çıkmayan koridorda yan yana durdular. Sam davet etti. Söz konusu adam – mutlaka bizden biridir -buz baltasıyla kendi yüzüne girişmiş, çaresizlikten baltayı kendine yöneltmiş, yüzünün, daha doğrusu bütün kafasını, kalın bir buz miğfer içinde hapsolduğundan kesinlikle eminmiş, gözlerine giden bir yol açmak için, orada biriktiğine, akmasının engellendiğine inandığı yakıcı gözyaşlarını akıtmak için buz kıracağını biçare bir yanılsamayla kendine çevirmiş.


Like it? Share with your friends!

0
Meliha Doğu

0 Comments

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir