Kayaların üstüne denizin karşısına oturmuş, başı ellerinin arasında derin derin düşüncelere dalmıştı yine…
Her zaman olduğu gibi, karşı kıyıdan gelen rüzgarlarda memleketinin kokusunu duymaya çalışıyordu. Rüzgar yüzünü yaladıkça kendini evinin bahçesinde sayar, ferahlardı (:
Her gün batımında o kayalıklara gelirdi, elinde mendiliyle. Boşuna beklemiş durmuştu onca yıl. Ne gelen olmuştu ne bir haber getiren. Ümidi kalmamıştı, yürümekte de zorlanmaya başlamıştı son günlerde. Karar vermişti artık, bu son gelişiydi…
“Boşuna bekledin bunca yıl” dedi kendi kendine. “Anla artık Naciye, anla. Gelmeyecek!”
Unutmamış, unutamamıştı köyünden toprağından koparılışını.
Ülkeler anlaşmış, “Evli evine köylü köyüne” misali karar bildirilmişti.
Artık orada istenmiyorlardı. Çünkü azınlıktaydılar. Ne düşündükleri önemli değildi. Onlar ‘Mübadil’di. Bir an önce yeni vatanlarına gitmek, orada yeni bir düzen kurmak zorundaydılar.
Ev, iş, para. Neyle geçineceklerdi? Yokluğun, sefaletin ağır yükü daha o günlerde kara bir bulut gibi çökmüştü yüreklere.
Önce Türkiye’den gelen Rum ailelerinden biri, Naciyelerin evine yerleştirilmişti. Birkaç ay birlikte yaşamışlardı gelen aileyle. Korkarak, çekinerek. Yalnız onlar değildi korkan, yanlarında kalan insanlar da korkuyordu. Yemiyor içmiyor kimseyle konuşmuyorlardı. Onlar için üzülürken bir yandan da kendileri için sonunu bilmedikleri bir yola çıkacak olmanın tedirginliğini yaşıyorlardı.
Misafirlerin küçük kızı geceleri gizli gizli mutfağa gidip katıksız ekmek yiyordu. Yüreği buna dayanamayan Naciye’nin annesi, geceleri ekmeğin yanına yemek bırakmaya başladı. Küçük kızla sözsüz bir anlaşma oluşmuştu aralarında. Bir süre sonra anne kız sofraya da yanaşmaya başlamıştı. Bakışlarıyla anlaşmış hiç konuşmamışlardı. Sessiz sedasız, hiç karşı koyamadan kabullenmişlerdi kendilerine sunulan yaşamı.
“Onların geldiği yere gideceksiniz” denilmişti.
Bir fırtınaydı sanki onları savuran. Bir anda bütün düzenleri bozulmuştu. Nedenini niçinini soramamışlardı. Yapacak bir şey yoktu. Ellerinde ne var ne yoksa satmışlardı.
Bahçelerini, ağaçlarını, çiçeklerini, anılarını ve sevdiklerinin mezarlarını bırakmak zorunda kalmışlardı. Yerlerinden yurtlarından olmuşlarda.
Orada kalan sevgilisinin hasreti ise bir başka yıkmıştı yüreğini…
Hasan’la delicesine sevmişlerdi birbirlerini. Hasan’ın babası Rum’da, o yüzden çok zor kabul görmüştü sevgileri. Sonunda aileleri de onaylamıştı aşklarını. Ne yazık ki nişan Arife’sinde mübadele emri gelmişti. Hasan, yaşlı ana babasını bırakıp onlarla gidememişti. Keşke Hasan da gelebilseydi. Olmamıştı, gelememişti…
Herkes ağlayarak vedalaşmıştı geride kalanlarla. Yola çıktıkları gün, Hasan gözyaşlarını sildiği mendili Naciye’nin eline tutuşturmuştu, bir de ona yaptığı kolyeyi. Naciye yıllarca o kolyeyi boynundan hiç çıkarmamıştı.
Selanik’ten uzun ve zorlu bir yolculukla gelmişlerdi. Önce İzmir, oradan Mersin, sonra da kara yoluyla Niğde.
Ne yapacaklarını bilememişlerdi ilk günlerde. Yeni geldikleri bu şehre alışmak zorundaydılar ama alışamamışlardı. Oradan ayrılıp Çanakkale’nin bir ilçesine yerleşmişlerdi. Hiç olmazsa denizi olan bir yere gidip en azından deniz havası almayı istemişti annesi. Kim bilir, belki karşı kıyıdan esen rüzgarlar memleket havası getirirdi.
Öyle zor ki mübadil olmak. Yaşamayana masal gibi gelir, yaşayana hiç sorma.
Onları zamanla kabullenmişti herkes. Kabullenmeseler ne olacak?
İki günlük dünyada değer miydi kavga etmeye? Hem onların da komşuları gitmemiş miydi uzaklara? Ağlaya ağlaya yolcu etmemişler miydi Eleni’yi, Maria’yı?
Naciye ise öylesine küsmüştü ki hayata, geldikleri günden bugüne kadar kimseyle konuşmamıştı. Bu yüzden ”Lal kız” adını takmıştı çevresindekiler. Orta yaşlara geldiğinde ”Lal Teyze”, biraz daha yaşlanınca da ”Lal Nine” demeye başlamıştı.
Nasıl üzülmesin, nasıl kahretmesin ki Naciye? Gemide hastalanıp ölünce denize atılan babasından üç yıl sonra annesini de kaybetmişti. Tarlada çalışarak iki kardeşini büyütüp okutmuştu. Kardeşleri okuyup iş güç sahibi olduktan sonra tarlada çalışmaya bırakmıştı. Birkaç komşunun çocuklarına dadılık yapmıştı.
”Hasan” koymuştu ilk yeğeninin adını. Kardeşlerinin çocuklarını bir ana gibi sahiplenmişti.
Yıllar geçip giderken nişanlısına duyduğu özlem bir çığ gibi büyümüştü içinde. Yüreği Hasan’ın aşkıyla doluyken olur muydu hiç başkasına yar olmak? O yüzden başka kimseyi almamıştı hayatına. Yürekte başka, yüzükte başka isim taşımak yakışır mıydı Naciye’ye?
O istemez miydi sevdiyle evlenip yuva kurmayı, ana olmayı? Varsın kız kusurlu desinler…
Naciye mahallesinde çok seviliyordu. Şimdi çok yaşlanmıştı. Kimse bilmiyordu yaşını. Seksen beş mi yoksa doksan mıydı? Belki daha da fazla…
Hala geç vakitlere kadar uyumuyor, gözleri hep uzaklara dalıyordu.
Hasan ne yapmıştı acaba oralardan koparılınca Naciye’si? Başka birisine gönül verip evlenmiş miydi? Yoksa o da Naciye gibi büyük aşkının yasını mı tutuyordu hala? Yaşıyor muydu? Yoksa…
Yok, yok ölmemiştir. Yaşıyordur. Yaşasın. Çok yaşasın…
Yaşlanmıştır elbet. Belki evlenip baba olmuştur. Evlendiyse, şimdi torun torba sahibidir.
Ahh! Bir kere görebilseydi. Bir kerecik… Gitse Naciye Nine… Bulur muydu Hasan’ını?
Naciye Nine hep beklemişti ama gelen giden olmamıştı. Oysa çekip geliverseydi Hasan. Arayıp bulsaydı Naciye’sini. Bülbül gibi şakıyıp konuşmaz mıydı ”Lal Kadın”?
Konuşurdu, hem de nasıl konuşurdu. Yıllardır içinde büyüyen vatan hasretini, Hasan’a olan özlemini nasıl anlatırdı.
Amaaaaaannn! Boş düşünceler işte. Zamanında gücü kuvveti yerindeyken parasızlıktan gidememişti. Şimdi parası var ama gençlik elden gitmiş ne çare.
Güneş yavaş yavaş dağların ardına saklanınca, ”Lal Nine” oturduğu kayalıktan kalkıp evinin yolunu tuttu. Sabah mayaladığı yordun üzerine iki kaşık bal döküp yedi.
Gözlerinin sahibi gelince geceliğini giyip yatağına uzandı. Gün geceye dönerken onun ruhu aydınlanırdı. Çünkü özlediği toprakları, evini görürdü her gece düşünde, bir de Hasan’ı… Unutmamıştı, unutamamıştı. Unutmaya ömrü yetmemişti…
Sabah ezanıyla uyanırdı her gün. O sabah uyanmadı. İki gün boyunca evinin kapısı açılmadı. Komşuları merak edip yeğenine haber saldılar. Yeğeni Hasan hemen koşup geldi. ”Lal Nine” yatağında hareketsiz yatıyordu. Bir eliyle boynundaki kolyeyi, diğer eliyle mendilini sımsıkı kavramıştı. Yeğeni, avucundan mendili güçlükle çıkarıp aldı.
Başucunda açık bulunan deftere Hasan’ın gözü takıldı. Eline alıp şöyle bir karıştırdı. Sayfalarda Lal Nine’nin yaşadığı özlem dolu yılların gün gün dökümü vardı. Hasan, son sayfayı okurken gözyaşlarını tutamadı.
”Hasan’ım. Canım yeğenim. Yerimden yurdumdan, sevdiğimden ayrılınca hayata küstüm. Kalbim öyle kırıktı ki hiç kimseyle konuşamadım. Yalnız nişanlım Hasan açabilirdi dilimin kilidini, o da gelmedi… Ömrüm boyunca kimseden bir şey istemedim. Şimdi tek bir arzum var. Eğer yapabilirseniz, beni vatanımın toprağına gömün”.
Hasan son kez teyzesine baktı. Titreyen elleriyle ”Lal Kız”ın gözlerini kapattı.
0 Comments