Çayımız bitince anne ve babalarımız bizi baş başa bıraktılar. Babam ayrılırken, ”Hadi oğlum, göreyim seni” dedi.
Ben de arkasından şöyle fısıldadım:”Onu sevmediğim halde sevdiğimi nasıl söyleyebilirim?”
”Aptallık etme! Anlamazsın sen. Dediğimi yap o kadar!” Babam öfkeli gözlerle süzdü beni. Kameriyeden çıktı. Tam o sırada yaşlı bir el kapı aralığından uzanıp, masanın üstündeki mumu aldı. Tümüyle karanlıkta kaldık.
”Ne olacaksa olsun” diye geçirdim içimden ve kıza şunları söyledim:”Durum tümüyle benden yana Zoya Andreevna. Yalnızıs, üstelik içerisi karanlık. Bu durumda yüzümün kızardığını göremeyeceksiniz. Kızarmanın nedeni, yüreğimi yakan duygulardır”.
Durdum. Onun yüreğinin küt küt atışını, dişlerinin birbirine vuruşunu duyabiliyordum. Zavallı kızcağız beni sevebilir miydi? Benden nefret etmesi bir yana, eğer aptalların birini küçük görmesi mümkünse tam anlamıyla küçük görüyordu beni. Çünkü görünüşümün orangutanlardan farkı yoktu. Rütbem, aldığım madalyalar omuzlarımı ve göğüsümü süslüyordu. Buna karşın sivilceli, kıllı, ablak suratımla çirkin bir hayvana benziyordum. Sürekli nezle oluşumdan burnum patlıcan gibi şişmişti. Hantallıkta ayılardan geri kalmazdım. Ruhsal nitelikler yönündense övünülecek durumda değildim. Zoya henüz nişanlım değilken ondan aldığım rüşvet utandırıyordu beni. Kızcağıza acıdığım için konuşmamı yarıda kestim.
Ağaçların arasındaki yoldan yürüdük. Kameriyeden çıktığımızı gören annelerimiz, babalarımız kendilerini çalıların arasına attılar. Ay ışığı Zoya’nın yüzüne vuruyordu. O zaman budalanın biri olmama karşın kızın güçsüzlüğünden ileri gelen sevimliliği kaçmadı gözümden. İçimi çekerek, ”Bülbül ötüyor, sevgilisinin gönlünü eğlendiriyor” dedim. ”Ya ben ne zaman birini eğlendireceğim?”.
Kızcağız kızardı, başını önüne eğidi. Böyle rol yapması öğretilmişti ona. Yüzümüz ırmağa dönük bir banka oturduk. Irmağın karşı yakasında beyaz bir kilise, kilisenin arkasındaysa Zoya’nın gönlünü çalan Bolnitsin adındaki memurun oturduğu, Kont’un kocaman evi vardı. Zoya oturur oturmaz gözlerini o eve dikti.
Onun bakışları karşısında yüreğim cız etti, kendime acıdım. Ey anam babam olacak vicdansızlar, sizde hiç insaf, anlayış yok mu? Cehennemde çatır çatır yanmaktan korkmuyor musunuz?
”Mutluluğum bir kişinin elinde” diye sürdürdüm konuşmamı. ”O kişiye karşı özel duygular ve büyük bir hayranlık besliyorum. Gönlümü ona verdim. Ama o beni sevmiyorsa ben… Öldüm, bittim demektir, işte o kişi sizsiniz. Peki, sizin bana karşı duygularınız nedir? Daha doğrusu, seviyor musunuz?”
”Seviyorum”.
İtiraf edeyim, onun bu sözleri beni irkiltti. Oysa ben neler beklemiştim. Nişanlımın başkasını sevdiği için beni reddedeceğini sanıyordum. Ummadığım bir durumla karşı karıyaydım şimdi. Kızcağızın bir takım zorlukları göğüslemeyi göze alamadığı belliydi.
Tir tir titredim, ağzımdan dökülen sözlerin ne anlama geldiğini fark etmeyerek, ”Doğru değil” dedim. ”Güzelim, inanmayın demin söylediklerime. Sizi sevmiyorum.Eğer seviyorsam kahrolayım.Üstelik siz de beni sevmiyorsunuz. Bizim yaptığımız düpedüz saçmalık”.
Oturduğumuz sıranın çevresinde fır fır dönüyordum.
”Yapmamalıyız bunu! İkimiz de bir komedide oynar gibiyiz. Bizi birbirimizle zorla evlendiriyorlar. Mal mülk kaygısıyla oluyor bu maskaralık. Sevginin bunda yeri yok. Sizi aldatmaktansa boynuma taş bağlayıp kendimi suya atarım, daha iyi.
Ailelerimizin bizi zorlamaya hakkı var mı? Kölesi miyiz biz onların? Hayır, evlenmeyeceğiz! İnat olsun diye evlenmeyeceğiz! Şimdiye dek onları dinlediğimiz yeter. İşte şimdi yanlarına gidip seninle evlenmeyeceğimizi söyleyeceğim”.
Zoya’nın gözyaşları birden dindi, ağlamayı bıraktı.
”Ben de sizin başka kızı sevdiğinizi biliyorum. Sizin de gönlünüz Matmazel Debe’de”.
”Evet, Matmazel Debe’yi deli gibi seviyorum. Gerçi kendisi başka bir mezhepten, üstelik varlıklı değil. Annem babam isterlerse beni lanetlesinler. Onu canımdan çok seviyorum. Onsuz edemem. Onunla evlenmedikten sonra yaşamanın ne anlamı kalır? Gidiyorum işte. Gelin, bizimkilere birlikte söyleyelim. Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Beni öyle rahatlattınız ki!”
Duyduğum mutluluktan dolayı Zoya’ya teşekkür üstüne teşekkür ediyordum. O da benden aşağı kalmıyodu. İkimiz de çok mutluyduk.
Diyebilirim ki birbirimizi sevmediğimizi söylemekten duyduğumuz mutluluk, başkalarının karşılıklı sevgilerini bildirmelerinden duydukları mutluluktan daha büyüktü. İkimiz de sevinçten uçarak, coşku içinde yüzümüz pespembe, kararımızı bildirmek üzere eve koştuk. Yolda birbirimizi yüreklendiriyorduk: ”İsterlerse sövsünler, dövsünler, hatta evden kovsunlar!”
Evin girişinde eşikte bizi bekler bulduk onları. Yüzlerimizdeki sevinci, mutluluğu görünce onlar da mutlu oldular. Bizi yanlış anlamışlardı. Ben ellerimi sallamaya, karşı koymaya, şamata çıkarmaya başladım. Zoya bağırdı, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Büyük bir gürültü koptu. Fakat gene de evlendirdiler bizi 🙁
Şimdi evliliğimizin gümüş yıl dönümünü kutluyoruz. Birlikte tam yirmi beş yıl uçup gitmiş. Başlangıçta zor yıllar geçirdik. İstemeye istemeye sevdim. İstemeye istemeye çocuklarımız oldu. Sonra… Yavaş yavaş alıştık birbirimize.
Şu anda sevgili eşim Zoya, arkamda ayakta duruyor. Elleri omuzlarımda 🙂
0 Comments