”Kuşkusuz yazarların çocukken hevesle okudukları şeyler, yetişkin olarak ürettikleri eserlerin en azından bir kısmına zemin oluşturur”
Ben bir ütopya kazazedesiyim. Komünizmin, yani ütopik bir toplum mühendisliğin deney tahtasından geçmiş, acı çekmiş ve bedel ödemiş bir kazazede. Hele ki doğduğum ülke Bulgaristan söz konusuysa, bir Türk olarak çifte bedel ödemiş bir kazazedeyim 🙂
O yüzden ütopya, distopya kavramlarını pek sevmem ve o tür kitaplar ilk tercihlerim arasında yer almaz. Çünkü okurken sıkılırım.
Ama hayal gücünü fazlasıyla zorlayan Bilimkurgunun koridorlarında dolaşmayı seviyorum. Bazen heyecanlanarak, bazen burun kıvırarak, ama bazen de sağlam korkarak dolaşırım o koridorlarda 🙂
Margaret Atwood’un bu kitabını da bu sebeple okudum. Evet, sıkıldığım yerler oldu, ama yeni şeyler de öğrendim ve beni düşündürecek, hatta yazı yazdıracak kareler de yakaladım.
Akıcı ve sade bir anlatım. Oturup, ders çalışır gibi okunacak kıvamda 🙂 Kavramlar tek tek ele alınıp, açıklanmış ve bol örnekler de verilmiş.
Yazar ilk önce kendi dünyasının kapılarını açarak, çocukluğundan beri düşündüklerini, keşfettiklerini, öğrendiklerini ve okuduklarından biriktirdiklerini bize anlatıyor.
Sonra da bir akademisyen, yazar ve eleştirmen olarak da başka bir dünyanın kapılarını açıyor: ”Gündelik yaşamımızın ötesinde bir yerde, başka bir zamanda, başka bir boyutta, ruhsal diyarına açılan bir kapının ötesinde ya da bilinen ile bilinmeyeni ayıran eşiğin diğer tarafında yer alan hayal ürünü başka dünyalar”.
O başka dünyaların her köşesinde keşfettiğimiz hazineler, bize aslında insanların başka dünyalar yaratma arzusunun ne kadar eskiye dayandığını gösteriyor.
Beni en çok etkileyen ve hikaye döngüsünü anlatan örneği paylaşmak istiyorum…
Margaret Atwood’un hocası olan Northrop Frye‘nin mit ve mitlerin yapıları hakkındaki kuramı: ”Yunan mitolojisinde, insanların geçirdiği dört evre var: altın çağ, gümüş çağ, bronz çağ ve demir çağ. Bunlar ilkbahar, yaz, sonbahar ve kışa ve Frye’ye göre dört ana hikayeye tekabül ediyor. İlkbahara denk düşen romansta kahraman bir maceraya atılır, ejderhaları öldürür ve kızları kurtarır. Yaza denk düşen komedide kahraman ve kız tenkitçi, örümcek kafalı yaşlıların araya girmesi yüzünden bir araya gelemez, ama birtakım aksaklıkların ardından evlenirler. Sonbahara denk gelen tragedyada başkarakter hakimiyetini ve prestijini kaybederek ya ölür, ya da kendini sürgünde bulur. Kışa denk düşen ironide ise birtakım bunak dedeler ve nineler buz kaplamış bir dünyada, bir ateşin etrafına oturup hikayeler anlatırlar. gariptir ki bunakların anlattığı hikayeler kahramanların maceraya atılıp, ejderhaları öldürdüğü, kızları kurtardığı cinsten romanslar olur hep. Ve böylece hikaye döngüsü baştan başlar” 🙂
Bilimkurgu öykülerine gelince. Onlar, ”hayal gücünün sınırlarında gezinerek, bizi daha önce hiç kimsenin gitmediği ya da daha doğrusu hiç gidemeyeceği yerlere cesurca taşır”. Ama taşıdığı yoldan başka başka yerlere sürükleyebilmek için öykünün, yolculuğu sürdürebilecek kadar ikna edici ve mantıklı olması da gerekiyor 🙂
Ben diyorum ki, eğer mitler, ütopyalar, üstopyalar, distopyalar, kartografya, bilimkurgu ve fantastik edebiyat kavramları arasında sörf yapmak istiyorsanız bu kitabı mutlaka okuyun 🙂
Neticede yazarın da dediği gibi, ”Bilinenler sınırlıdır, ama bilinmeyenlerse sınırsız”.
O yüzden okumaya, hayal etmeye, hayal sınırları zorlamaya devam 🙂 🙂
0 Comments