‘’Hazırlanmak için yeterince zamanı vardı. Her gün iki saat spor yapıp, beslenmesine dikkat etmeliydi’’ diye yazdı defterine. Sonra hayallere daldı.
‘’Ne yapıyorsun Ecem?’’ sorusuyla irkildi. Annesinin odasına girdiğini fark etmemişti.
‘’Yine o sır gibi sakladığın arkadaşına mı yazıyorsun? Çok merak ediyorum ama. Anlatsana biraz’’ dedi annesi ve gülümseyerek yanına oturdu.
‘’Necla’’ sesiyle ikisi de yerinden zıpladı. Annesi telaşla odadan çıktı.
Ece az önce yazdıklarını okudu. Biraz düşündü. Yeni bir kağıt alıp, yazmaya başladı.
‘’John, Amerika’da yaşayan şanslı bir çocuktu. Çok yaramaz olmasına rağmen, çok sevilen bir çocuktu. Eline geçen her şeyin içini dışına çıkarırdı, ama annesiyle babası ona hiç kızmazdı. Yeni aldıkları elektrik süpürgesini paramparça edip, kullanılamaz hale getirdiğinde bile onu cezalandırmadılar.
John, ‘’Bir uzay gemisi yapmak istemiştim’’ deyince de babası, ‘’Harika bir fikir, ama bunun için depodaki malzemeleri kullan bir dahaki sefer, olur mu’’ dedi ve onu kucağına aldı.
John on yaşında olmasına rağmen hala babasının ve annesinin kucağına oturmayı severdi’’.
Ece, evde kırılan bir şeyin sesiyle irkildi. Babası kapıyı çarparak dışarı çıktı. Annesinin ağlama sesini duydu. Yerinden kıpırdamadı. Hayalindeki arkadaşıyla konuşmaya başladı.
Bahçelerindeki çiçekleri ve böcekleri anlatırken, kendisi de uydurduklarına inandı.
Annesinin yaptığı yemeklerin kokusu burnunu tırmalamaya başladı. Acıktığını fark etti.
‘’Ecem, hadi yavrum gel!’’ diye seslenince annesi koşarak mutfağa gitti.
Yemek yerken annesinin sağ gözünün altındaki morluğu fark etti. Sesini çıkarmadı. Karnını doyurunca annesine sarıldı ve öptü.
Odasına döner dönmez yeni bir kağıt aldı ve yazmaya başladı.
‘’Cumartesi günü John’un annesi arabasıyla merkezdeki büyük alışveriş merkezine gitti. Pazar akşamı John için yapacağı sürpriz doğum günü partisi için alışveriş yaptı. En son pastaneye uğradı. Pasta fotoğraflarının yapıştırılmış olduğu klasöre bakarken, kahvesini yudumladı.
Her sene olduğu gibi John’un en sevdiği çikolatalısından sipariş etti. Ama bu yıl pastanın, beyaz bir yıldız serpintisinin altındaki bir uzay gemisi ve fırlatmış rampalarıyla süslenmesini istedi. Ayrıca pastanın üzerine yeşil kremayla ve büyük harflerle sadece SCOTTY yazılmasını rica etti’’.
Ece, John’un pastayı görünce mutluluktan havalara uçacağını düşündü. Gülümsedi.
‘’Seni gülümseten nedir küçük hanım?’’ diye sordu annesi. Cevabını beklemeden, arkasına sakladığı paketi ona verdi.
‘’Al bakalım. Beğenecek misin acaba doğum günü hediyeni’’ dedi annesi.
Ece şaşırarak, ‘’Ama benim doğum günüm on beş gün sonra anne’’ dedi.
‘’Olsun. Ben erkenden aldım ve şimdi vermek istedim. Artık bundan sonra öyle uçuşan kağıtlara değil de, o deftere yazarsın uydurduklarını’’ dedi annesi.
Ece pakette çıkan deftere ve kaleme dokunmaya kıyamıyordu. Gözyaşları içinde gülümseyerek annesine sarıldı, ‘’Çok teşekkür ederim annem!’’ dedi. Küçücük bir çocuk gibi kucağına oturdu.
Annesi saçlarını okşamaya başladı. Ece de ona John’u anlatmaya başladı. Annesini, banasını, kocaman evlerini, arabalarını.
‘’Biliyor musun anne, John büyüyünce astronot olmak istiyor ve on yaşında olmasına rağmen daha şimdiden bunun için hazırlanıyor’’ dedi.
‘’Bak sen! Peki, sen ne olacağın büyünce bakalım?’’ diyerek Eceyi gıdıklamaya başladı annesi.
Kahkahalar eşliğinde yatakta yuvarlanmaya başladılar.
‘’Neler oluyor burada?’’ sorusuna hazırlıksız yakalandılar. Sonra da her şey ışık hızıyla gelişti.
Ece, annesine el kaldıran babasının karşısına dikildi, ‘’Yine sarhoşsun baba. Anneme dokunma. Senden nefret ediyorum’’ diye bağırdı.
Babası onu kolundan tuttuğu gibi, odanın öbür ucuna fırlattı.
Ece, Annee’’ diye bağırarak bayıldı.
Ambulans, hastane, polis ve kabus gibi geçen on beş gün.
Ece’nin sol kolu kırılmış, bir iki kaburgası çatlamıştı. Ameliyattan sonra doktorlar, kolunu en fazla bir ay sonra eskisi gibi kullanabileceğini söylediler. Ama ameliyattan sonra Ece uyanmadı.
Gereken bütün filmler çekildi. Beyninde bir hasar olmadığına karar verildi. Beklemekten başka çare kalmamıştı.
Necla kızının başından hiç ayrılmadı. Gece gündüz onunla konuştu, saçını okşadı, öpüp kokladı. Hem yatakta cansız yatan kızı için, hem de suçluluktan büzülmüş, ağladıkça ağlayan kocası için üzüldü. Dua ettikçe etti. Allah’tan her ikisi için yardım istedi.
Bir gece Doktor Necla’yı odadan çıkarıp, ‘’Eve git biraz dinlen. Onları da yalnız bırak ‘’ deyince önce irkildi, ama sonra doktorun dediğini yaptı.
Annesi gidince babası usulca Ece’nin yanına gidip, oturdu. Saatlerce hiç gözünü kırpmadan ona baktı. Sonra bütün cesaretini toplayarak konuşmaya başladı.
‘’Beni affetmen için ne yapmam gerekiyor bilmiyorum. Annene de sana da çok kötü şeyler yaptım. Keşke demenin bir anlamı yok. Ama abin ölünce ben dağıldım ve nasıl toparlayacağımı bilmiyorum. Yardımına ihtiyacım var küçük prenses’’ dedi ve ağlayarak, Ecenin elini öpmeye başladı.
‘’Baba ben çok susadım’’ diye fısıldadı Ece ve gözlerini açıp, ona gülümsedi.
Babası önce irkildi. Sonra, ‘’Kızım uyandı’’ diye bağırarak, koşup doktoru getirdi.
Ece, yapılan muayene ve tahlillerden sonra ertesi gün taburcu oldu. Eve gider gitmez odasına koştu.
Masasının üstünde kocaman çikolatalı pastayı görünce şaşırdı. Yıldız gibi parlayan sekiz mumun arasında, yeşil kremadan yapılmış küçücük bir defter ve kalem vardı.
0 Comments