Ahmet Aydoğan‘nın, okumakla insanın insan olması arasında nasıl bir ilişki vardır sorusuna cevap aradığı yazısından kendime çıkardığım notları sizinle de paylaşmak istiyorum…
”Okumak en basit fiil haliyle harflere dökülmüş sesleri anlamlı sözcüklere dönüştürmektir. Okumakla harfler sözcüklere, sözcükler cümlelere, cümleler de daha büyük anlam bütünlüklerine derlenip toplanır. Yani okumak bir bakıma bu bir araya getirme ve toplama ameliyesidir.
Canlılar dünyasının en alt aşamalarında bile hayat ilkesi birlik ve bütünlüktür. Birliğin çözüldüğü, bütünlüğün dağıldığı noktada anlarız ki, hayat orayı terk etmeye başlamıştır.
İnsan tabiaten daima toplar. Çünkü o akıl sahibi bir varlıktır ve akıl daima birlik peşinde koşar. Ama aynı zamanda insan dağıtır da. O yeryüzü sakinleri arasında en büyük dağıtıcıdır ve dağıttıkları sonunda kendisini dağıtır. Bugün insan hem maddi- fiziki, hem ruhi-manevi yapısı bakımından önüne geçilemeyen bir dağılmaya maruzdur.
Bakın asırlar önce Schiller bu dağılma ile ilgili neler söylemiş: ”Bir yanda zenginleşen deneyim ve daha kesinleşmemiş bir düşünce, bilimlerin daha keskin bir ayrımı, öte yanda devletlerin daha karmaşık çarkları, sınıfların ve işlerin daha sert bir farklılaşmasını gerekli kılmasıyla birlikte, insan doğasının iç birliği de koptu. Mahvedici bir kavga onun uyumlu güçlerini ikiye böldü. Bütünün yalnızca küçücük bir parçasına ebedi olarak bağlanmış durumundaki insan da kendini parça olarak yetiştiriyor. Asla birliğin ahengini geliştiremiyor ve doğasındaki insanlığı vurgulayacak yerde işinin, bilimin bir kopyası oluyor”.
Bugünkü dağılma farklı. Bu kez çözülen değil, dağılan insan tabiatı dediğimiz şeyin ta kendisi. Öyle ki insanın toplayıcı melekelerinin- akıl, gönül, vicdan- artık insana hiçbir hayrı dokunmuyor. Dağılan tabiat olduğundan, tabiatın özü olan ölçü ve denge, adalet ve itidal ve bunların yansımaları olan sakınganlık ve sorumluluk, ar ve utanma insanın dünyasından çekilmektedir. Ar dediğimiz şey ki, bu dağılmanın en aşağıdaki setlerinden biridir, o bile yerinden kalktıysa ve artık hiçbir şey tutmuyorsa, aslında dağılma değil, saçılmadır söz konusu olan.
Böyle bir insan her şeyi konuşur. Herkesle konuşur. Her konuştuğu, konuştuğu yerde kalır. Hiçbiri kendisini bağlamaz. Tek derdi konuşmaktır. İster ki hep kendisi konuşsun ve kendisinden konuşulsun. Dinlemeye tahammülü yoktur, dinlenmeye aldırdığı da. Dinlenilmese de konuşan hep kendisi olsun ister. Yeter ki kendisi konuşsun ve kendisinden konuşulsun. Her göze görünür olmak için her kılığa bürünür, konuşulmak için her şeyi göze alır. O derece varla yok arası bir yerdedir ki sürekli varlığına delil ve tanık arar. Boş sözler özünü dağıtır, özsüzlüğü sözünü boşaltır. Dağıldıkça keyifleşir, keyifleştikçe zorbalaşır.
Kısacası insan olmak ve insan olarak kalmak giderek zorlaşıyor 🙁
Zamanın temposu hızlanıyor, mekanda iki nokta arasındaki mesafeler daralıyor, dolayısıyla hayatın nabzı dünyanın tahammül sınırlarının ötesine geçiyor. Bir Arap matbuatında söylendiği gibi, insanın yapıp ettikleri değildir sadece zamanın tutsağı , bir yanıyla insan da dahil olmak üzere dünyadaki her şey bu tutsaklığa dahildir”.
Ahmet Aydoğan, okumanın bizim toplumumuzda, ”Boş zaman meşkalesi” olarak görüldüğü konusunu da irdelemiş bu yazısında. Ona katılmamak imkansız.
Çok sevdiğim bu yazıdaki en çok hoşuma giden satırlarla noktayı koymak istiyorum…
”Bu arada, nasılsa sözcüklerin tapusu yok, nasılsa onları kullanmaya kalktığımızda kimse yeterlilik belgesi sormuyor diye her söze destursuz girenlere, yeter ki dilin bağı çözülmüş olsun, künhüne varılmış varılmamış, hazmedilmiş edilmemiş hiç önemli değil, yeter ki telaffuz edilebilecek kadar işitilmiş olsun, her sözcüğü kullanırız biz diyenlere de hatırlatmak gerekir: Dil insanı çarpar. O halde şarlatanlara parlatanlara değil, düşüncenin gerçek çocuklarına, onun biricik sevgilisi olan hakikatin hakiki aşıklarına itibar etmeliyiz. Böylece dilin kendilerini çarpmış olduğunu göstererek dile de sadakatimizi göstermiş oluruz”.
0 Comments