Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine- Schopehauer


0

”Bir insan her zaman oturup okuyabilir, fakat düşünemez. Düşünceler de insanlar gibidir. Onları canımız istediği zaman çağıramayız, teşrif edip gelinceye kadar onları beklememiz gerekir”

Başucu kitaplarımdan biridir. Bazen rahatlamak, bazen silkelenip kendime gelmek, bazen gülmek, bazen de kendimi kendime hatırlatmak için okuduğum bir kitaptır.

Kendisiyle ilgili yazmak istediğim çok şey olduğu için ve ne yazarsam yazayım eksik kalacağını düşündüğüm için hep erteledim. Ama bugün gözümü kararıp, kaleme sarıldım 🙂

Kitap dört bölümden oluşuyor. Her biri için ayrı ayrı ve uzun uzun yazılar yazılabilir…

İlk bölümde Istırap ve Can sıkıntısının insan mutluluğunun iki temel düşmanı olarak ele alıp, ruh zenginliğin ise en gerçek ve en büyük zenginlik olduğu üzerinde durulmuş. Yazara göre, ”Dünyanın herhangi bir yerinde elde edilebilecek çok fazla şey yoktur. Genellikle galip gelen kötülüktür. Ayrıca, ”Gürültü ve şamatayla sesini en fazla duyuran budalalıktır”.

En büyük budalalık örneği ise, ”İnsanın içindekini dışarıdakine feda etmesi. Sükünetinin, boş vaktinin ve bağımsızlığının bütününü yahut büyük bölümünü makam, mevki, şan, şohret, ünvan ve ihtişam için kurban etmesi”…

Bu bölümde benim en çok hoşuma giden düşünce ise, ”Bir insan ne kadar kendisine ve kendisinde olana sahipse, başkalarında o kadar az şey bulabilecektir ve onların haz duydukları yüzlerce şey ona yavan ve yüzeysel gelecektir”.

İkinci bölüm okumak ve kitap üzerine…

Bu konuyla ilgili saatlerce yazabilirim, çünkü hayatım boyunca en çok kafa yorduğum konulardır.

Schopenhauer’e göre sürekli ve çok okumanın sakıncaları var: ”Okurken bir başka kimse bizim yerimize düşünür. Biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz. Çok fazla, neredeyse bütün gün okuyan ve arada düşünmeksizin, eylence yahut meşgale ile kendisini eylendirmeyen kimse, yavaş yavaş düşünme yeteneğini kaybeder. Tıpkı at üstünden inmeyen bir adamın sonunda yürümeyi unutması gibi. Sadece okumak zihni, mütemadiyen elle çalışmaktan daha fazla felç edici bir etkiye sahiptir. Sürekli yiyerek bir kimse midesini bozar ve böylelikle bütün bedenine zarar verirse, zihin de düşünce malzemesiyle lüzumundan fazla beslenerek boğulabilir. Okunan şeyler ancak derin düşünmeyle hazmedilebilir. Nasıl ki aldığımız gıdalar bizi yemekle değil sindirimle beslerse”.

Ayrıca kötü kitapların, ”zihin için zehir mesafesinde” olduğunu ve aklı ”harap ettiklerini” söyler yazar.

O yüzden eski klasik yazarların okunmasını tavsiye eder, çünkü ”Eski klasik yazarların eserlerini okumak kadar zihni eylendiren başka bir şey yoktur denebilir. Sadece yarım saatliğine bile olsa insan eline alır almaz, derhal soluklanıp ferahlar, arınır, ruhça yücelir ve dinçleşir. Tıpkı bir dağ gölünün karşısındaymış ve ciğerlerini temiz havayla dolduruyormuş gibi ” 🙂

Bu bölümde benim de üzerinde en çok durduğum konuya fazlasıyla yer verilmiş: Tekrar okumak ve okunanların muhafaza edilmesi. Ama ben bunu ayrı bir yazıda ele almayı tercih ediyorum.

Gelelim üçüncü bölüme: Yazarlık ve Üslup. Schopenhauer’e göre iki tür yazar vardır, ”Sırf ele aldığı konu için yazanlar ve sadece yazmak için yazanlar. Birinci tür kendisine , insanlarla paylaşmaya değer görünen düşüncelere yahut tecrübelere sahiptir. İkinci türdekiler ise paraya ihtiyaç duyar ve dolayısıyla esasen para için yazarlar. Onlar yazmak için düşünürler ve düşüncelerini eğip bükerek uzattıkça uzatmalarıyla kendilerini ele verirler. Bu anlaşılır anlaşılmaz, kitap derhal fırlatılıp atılmalıdır. Çünkü zaman çok değerlidir”.

Ben bu konuda ahkam kesmemeyi tercih ediyorum. Ama yazarın şu cümlesine sonuna kadar katılıyorum: ”Yazmanın en kolayı kimsenin anlayamayacağı şekilde yazmaktır. Öte yandan derin meseleleri herkesin anlayacağı biçimde yazmaktan daha zor bir şey yoktur. Basitlik her zaman sadece hakikatin değil, aynı zamanda dehasının işareti olarak da kabul edilmiştir”.

Bana göre yazılan her şeyin bir ritmi vardır ve ben bir okur olarak uzattıkça uzatılan, nefes alamayan kelimelerle sıkıştırılmış cümlelerin çıkardığı gürültüden rahatsız oluyorum ve dikkatim dağılıyor.

Üslupla ilgili bana göre her şeyi özetleyen bu alıntıya yer vermek yeterli, ”Üslup zihnin fizyonomisidir ve mizaç yahut kişilik için bedenin fizyonomisinden daha güvenli bir ipucu sunar. Bir başka kimsenin üslubunu taklit etmek bir maskeyi takmaya benzer. Maske ne kadar güzel olursa olsun cansız olduğu için çok geçmeden yavan ve tahammül edilemez bir şey haline gelir. Deyim yerindeyse üslup bir kimsenin bütün fikirlerinin, ne kadar çeşitli olursa olsun yoğrulup şekillendiği hamurdur”.

Dördüncü ve son bölüm: Düşünmek üzerine.

Bu konuda da saatlerce yazabilirim, ama yazarın altını kalın kalın çizdiği bu satırları paylaşmak daha iyi, ”Okumak ve öğrenmek herhangi bir kimsenin kendi özgür iradesiyle ( keyfe keder) yapabildiği şeylerdir. Fakat düşünmek öyle değildir. Düşünme tıpkı bir ateş gibi bir ceryana yahut hava akımıyla tutuşturulmalı ve konuya duyulan bir ilgi ile beslenmelidir”.

Bu bölümde en çok hoşuma giden cümleyle yazımı noktalamak istiyorum: ”Bir düşüncenin çıkagelişi sevdiğimiz birisinin teşrifi gibidir. Bu düşünceyi hiçbir zaman unutamayacağımızı ve bu sevilen kimsenin asla bize kayıtsız hale gelemeyeceğini zannederiz. Fakat gözden ırak olan, gönülden de ırak olur” 🙂


Like it? Share with your friends!

0
Meliha Doğu

0 Comments

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir