”Bilinçaltının sinemacısı, geceleri aynı ülkeye tüyler ürpertici dönüşler organize ediyordu. Gündüz, terk edilen güzelliğiyle aydınlanıyordu, geceyse oraya dönüşün dehşetiyle. Gündüz ona kaybettiği cenneti, geceyse kaçtığı cehennemi”
Bu kitabı çok sevdim, ama okurken canımı çok acıttı. Acıttı çünkü her satırında bana geçmişimi hatırlattı. İrena ve Josef’in hikayelerini okurken; unutmak istediğim, unutmak için elimden geleni yaptığım bazı gerçekler yine karşıma dikildi 🙁
Ortak noktalarımıza gelince. en başta Komünist çarkının altında ezilmemek için çırpınmış kazazadeler olmamız 🙂
Kazazade kelimesine birilerinin takılıp, takılmayacağı umurumda değil. Çünkü bana göre ”Komünist rejimi” birçok insanın ruhunu ve hayatını paramparça etti.
Yazarın da söylediği gibi, ”Uçsuz bucaksız Rus uygarlığına yaslanan komünizm, bir Polonya için, bir Macaristan için (Estonya’dan hiç söz etmiyoruz bile) çıkışı olmayan bir tüneldi. Diktatörler yıkılabilir. Rusya ededidir”.
Bence yukarıda sayılan ve sayılmayan ülkelerin en başında Bulgaristan yer almalı. Rusya’nın en kolay dikte ettiği ve engelsiz istediği her şeyi yaptırdığı ülke 🙁
O ebedi Rus rüyasının arkasında çok göz yaşı, acı ve nefret vardı 🙁 Bence o nefret sayesinde Sovyetler imparatorluğu yıkıldı. Yıkılmasına yıkıldı, ama o nefretin tohumları asırlarca yüreğimizde kalacak 🙁
Çünkü insan kaçabilir, unutmuş gibi yapabilir; başka başka yerlerde mutlu bir hayat da kurabilir. Ama elinden alınmış olan hayalleri peşini bırakmaz. En önemlisi de bazen güpegündüz, geçmişin korkulu rüyası önüne dikilmesinden kurtulamaz. Bazen de hiçbir şey olmamış gibi, geceleri geçmişin cennetinde bulur kendini.
İrena ve Josef’le diğer ortak noktalarımıza gelince…
Ben de 20 yıl Bulgaristan’a gidemedim. Gitmedim. Gidince de ben de onların hissettiklerini hissettim: ”Dünyayı tıpki 20 yıl sonra mezardan çıkan bir ölü nasıl buluyorsa, öyle bulduğu izlenimine kapıldı”.
Ben de, ”olmuş olanla olmakta olan arasındaki” mesafede kayboldum ve kendimi bulamadım. Tıpkı benim gibi, arkadaşlarım; herkes ve her şey değişmişti.
Hele hele dil konusu var ya. ”Bütün dillerin müziği hissedilmeyecek bir yavaşlıkla değişir, ama uzun bir yokluktan sonra geri dönen birisi için bu çok afallatıcı. Josef tabağına eğilmiş, her kelimesini anladığı meçhul bir dili dinliyordu”.
Ben de daha anne karnında öğrendiğim Bulgarcayı garipsedim, konuşullanları anlamama rağmen o dil bana çok yabancı geldi 🙁
Rusça’ya gelince. Tıpkı diğer komünist ülkelerde olduğu gibi, daha ilk okuldan başlayarak öğrenmek zorunda olduğum, lise ve üniversite yıllarında rusça kitap okuyan ve film seyreden ben, Türkiye’ye gelince ışık hızıyla rusçayı unuttum. Tıpkı o çarktan geçen herkes gibi 🙁
Dilin bir günahı yok, ama yaşanan travmalar o dilin müziğini, ”basit bir gürültü, gürültüler arasında bir gürültü” haline getiriyor 🙁
Kitapta beni en çok etkileyen ve yüreğime ok gibi saplanan cümle şu oldu: ”Vedalarda başarısız olan, kavuşmalardan pek büyük bir şey bekleyemez”.
Ben de o kadar çok veda yaşadım ki, artık kavuşmaları sevmiyorum, istemiyorum da 🙁 Çünkü her kavuşma arkasından bir vedayı getirir. Türkiye’ye geldiğim günden beri, alıştığım her şey elimden kayıyormuş gibi hissettiğim için kavuşmalardan kaçıyorum. Ama onlar peşimden geliyor. Kavuşuyorum, vedalaşıyorum, kaybediyorum, kayboluyorum. Sanırım bu kısırdöngü ölene kadar da devam edecek 🙁
Ben de istiyorum bazen, ”kimseyi ilgilendirmeden hayatın içinden geçip gitmek; kimseyi dinlemeden konuşmak, merhamet uyandırmadan acı çekmek” 🙁
Ama mecburen dinliyorum. Konuşalan her şeyi ve konuşan herkesi dinliyorum. Gündüzleri başkalarını, geceleri ise yüreğimi, hayallerimi ve umutlarımı dinliyorum. Ama acılarımın sesini bugüne kadar duyan ve bilen olmadı 🙁
Milan Kundera’nin ”Bilmemek” kitabı bana bunları hatırlattı, düşündürdü ve yazdırdı 🙂
Mutlaka okuyun derim. Muhteşem bir dili var 🙂
0 Comments