Bir koltuğun anıları -6


0

Güzel başlayan ve huzur içinde geçirilen bir ilkbahar günü bitmek üzereydi…

Baharın getirdiği canlılık, yeni umutların yeşermesine ve yepyeni hayallerin peşinde koşma isteklerin çoğalmasına sebep olmuştu.

Rüzgar oradan oraya koşturarak, gitmek istediği yerlerin ve görmek istediği kişilerin listesini yapmıştı.

Güneş, kelebeklerin çiçeklerle cilveleşmesini gülümseyerek seyretmişti. Kuşlar ise, günü bir köşeye saklanıp, dedikodu yaparak geçirmişlerdi.

Karıncalar her zamanki gibi yoğun çalışıp, günlük programlarını tamamlamışlardı. Yuvalarında uzanıp, şarkı söyleyerek, keyif yapıyorlardı.

Yaşlı ağaçla sallanan koltuk gün boyu güneşlenip, derin derin düşüncelere dalarak, kendi dünyalarında uzun uzun yolculuklara çıkmışlardı.’

‘’Şimdi aşık olmanın tam zamanı’’ diyen kelebekler, çiçeklere el sallayarak uzaklaştılar.

‘’Kim bilir belki de ölmenin veya öldürmenin de tam zamanıdır…’’ diye kendi kendine söylendi sallanan koltuk.

Yaşlı ağaç silkindi ve üzerindeki anılar telaşla kaçıştı. ‘’Ölüm, öldürmek ne kadar da ağır kelimelerdir…’’ diye fısıldadı.

‘’Hayat sürprizlerle doludur. Bir an gelir herkes birilerini öldürebilir veya birileri tarafından öldürülebilir. Kimse ben asla öldüremem dememeli…’’ diye ekledi.

‘’Sana katılıyorum dostum. Sabahtan beri bu konuyu düşünüp duruyorum. Birkaç geceden beri de zaten yıllar önce öldürmek istediğim bir kadın rüyalarıma girip duruyor…’’ dedi sallanan koltuk.

‘’Öldürdün mü onu?’’ diye sordu yaşlı ağaç.

‘’Yok, sadece istedim, hem de çok istedim… Ve Allah biliyor ya, yapmak üzereyken kendisi intihar etti. Hayatım boyunca beni en çok etkileyen, üzen ve çıldırtan o kadını unutamıyorum. Acaba onun için yapabileceğim bir şey yok muydu diye sorup, duruyorum kendime birkaç gündür…’’ diye ağlamaklı bir ses tonuyla sözlerini tamamladı.

‘’Anlatmak istersen dinlerim dostum. Belki rahatlarsın’’ diye teklif etti yaşlı ağaç.

‘’Bir faydası olmaz, ama konuşmak belki biraz kafamı dağıtır’’ diyen sallanan koltuk, dalgın dalgın gökyüzüne bakarak anlatmaya başladı:

‘’Milena’yla bir ay kadar beraber olduk. Hapishaneye benzeyen o küçücük odasında, başını omzuma dayayarak oturur, elindeki resme bakarak sabahtan akşama kadar, yorulup baygın düşene kadar hep aynı şeyi tekrarlıyordu. Tam bir ay bıkmadan devem etti.

Onu susturmak, kaçıp gitmek istiyordum, ama bunu yapma şansım yoktu. İkimiz de tıkılıp, unutulmuştuk bir akıl hastanesinde…’’ diyerek ağlamaya başladı koltuk.

‘’Allah, Allah şimdi daha da merak ettim bu kadının söylediklerin…’’ dedi yaşlı ağaç.

Sallanan koltuk mekanik bir ses tonuyla konuşmaya başladı:

 

BİLİYOR   MUSUN   ANNE

 

‘’Biliyor musun anne ben 40 yaşındayım…

Eminim sen bunu çoktandır biliyorsun, ama ben daha yeni öğrendim.

Önce korktum, sonra yıkıldım ve oturup ağladım, ama gerçeği değiştiremedim.

Diyeceksin ki, bunun böyle olacağı 39 yıl önce belliydi! Haklısın, ama ben bunu görmezlikten gelmek ve algılamamak için elimden geleni yaptım…

Ne saçlarımda artan akları, ne de yüzümde ve özellikle gözlerimin altında çoğalan kırışıkları görmek istemedim.

Ben sadece yılların değiştiremediği vücuduma sarıldım.

20 yıldır aynı hızla ve heyecanla hayat yarışında koşuyorum. Hep bir şeylere yetişmeye, bir şeyleri yakalamaya, gerçekleştirmeye ve yaşatmaya çalışıyorum.

Biliyor musun anne, bugün ilk defa yorulduğumu hissettim, başaramayacağım kaygısına kapıldım ve durdum.

Gidip aynaya baktım ve kendimle yüzleşerek, kendimi inceleyerek gerçeği gördüm…

Evet, ben 40 yaşındayım. Bir genç kızın bedenine sahip olabilirim, ama yüzüm beni ele veriyor.

Yıllardır ağır yükler taşımaktan yorulan alnım iyice kırışmış ve gökyüzünde bir şeyler yakalamak yerine, yere daha sağlam basabilmek için eğilmiş.

Ya o gözlerim… Eskiden pırıl pırıl ışık saçan, her şeyi görebilmek için kocaman kocaman bakan gözlerimin ışığı yok olmuş ve küçülüp, ağlamaktan büzülmüş.

Burnum hala değişmemiş ve bir karış havada durabilmek için direnmekten, tıpkı bir palyaçonun burnuna benzemiş.

Sonra dudaklarım… Yaşanmamışlığın hayalleri ile yaşanmışlığın gerçeği arasında sıkışıp, büzülen dudaklarım.

Beklemekten yorulan ve yorgunluktan konuşmaya bile cesaret edemeyen dudaklarım.

Korkularını yenebilseler, neler anlatırlar acaba?

Biliyor musun anne, ben bile konuşmalarını istemiyorum…

Belki de o dudaklar arasından akabilecek acı dolu gerçeklerden korkuyorum.

Birden ellerimi fark ediyorum anne…

Yıllarca kırılmış umutlarımı ve kanatlarımı birleştirmeye, yapıştırmaya ve dikmeye çalışmaktan yorulan ellerim…

Neden ellerimin bu kadar yetenekli olmalarına rağmen, bu kadar çabalamalarına rağmen bomboş kaldılar anne? Neden? Sen değil miydin:

“…Hayatta ne kadar çok şey öğrenebilirsen, ne kadar çok güzellik yaratmaya ve yaşatmaya çalışırsan, o kadar güçlü ve mutlu olursun…” diyen.

Evet anne, ben hep daha fazlasını ve daha iyisini yaratmaya, yaşatmaya ve dağıtmaya çalıştım. Ama dağıtmaktan almaya vakit bulamadım. Veya almayı öğrenemedim anne.

Bu yüzden ellerim hep boş kaldı ve yalnızlığı hep dipte yaşadım. Benim gölgem, en iyi dostum ve asla terk etmeyen yalnızlığım…

Neden hayat bana bu kadar acımasız davrandı anne?

Neden senin bana verdiğin, vermek istediğin her şeyi elimden aldı anne?

Önce yüreğimde tükenmeyeceğini zannettiğim sevdamı, bütün hayallerimi, düşlerimi ve umutlarımı aldı. Sonra hayat, seni benden aldı anne…

Asla hazır olamayacağım ve hazır olmak istemediğim bir kayıptı bu.

Çünkü hayat boyu sana bir nefes, bir damla su ve bir kıvılcım ateşin yaydığı sıcaklığa gereksinim duyacağımı bildiğim için…

En son da doğmadan, ölmeye mahkum olan çocuğumu aldılar anne.

Oysa ben onu ne çok istemiştim…

Aylarca, yıllarca ona verebileceklerim ve yaşatabileceklerim için kendimi hazırladım.

Onun küçücük ve sımsıcak yüreğini yüreğimde hissettim.

Küçücük ellerini ısıtabilmek için günleri, saatleri saydım, ama o günler asla gelmedi ve gelmeyecek anne…

Neden yıllar bu kadar çabuk geçti ve her şeyimi alıp, götürdü anne? Neden?

Neden onları durdurmadın anne? Ve neden bütün bunları yaşayacağımı bilmene rağmen beni dünyaya getirdin anne?’’

 

***

Sallanan koltuk sustu ve boğucu, ağır bir sessizlik etrafı kapladı…

Etrafın kararmış olmasına rağmen yaşlı ağaç, sallanan koltuğun ağladığını gördü.

‘’Onu öldürmeyi gerçekten istedim. O konuştukça ben türlü türlü fantaziler kurdum.

Ama bir taraftan alışmıştım da ona. Biraz sakinleşip, bana neden bu halde olduğunu anlatacağını bile düşünmeye başlamıştım.

Ama bir gün o aniden, nereden geldiği belli olmayan bir silahla kendini vurdu. Kanı her tarafıma bulaştı…’’ diyerek daha da içli içli ağlamaya başladı sallanan koltuk.

‘’Tamam tamam, dostum! Daha fazla anlatma! Üzme kendini! Başka zaman konuşuruz bunu.

Şimdi derin derin nefes alalım’’ dedi yaşlı ağaç.

İkisi de ölüm ve öldürme kelimelerin ağırlığı altında ezilmemek için ne yapmaları gerektiğini bilmeyerek, gökyüzüne bakmaya ve oradan çare beklemeye başladılar…


Like it? Share with your friends!

0
Meliha Doğu

0 Comments

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir