”Doğu’da herkes görevini yapmakla yükümlüdür. Soru sormadan. Bakıp, görmeden. Özellikle sormadan ve görmeden.”
Öykü- anı karışımı tarzında yazılan bu kitaptan etkilenmemek imkansız.
Hemen hemen her öykü bana bazı gerçeklerin anlatılması, anlaşılması, hele hele empati yapılması ne kadar zor olduğunu gösterdi.
O koşullarda yaşayan, yaşamak zorunda kalan o insanların iç dünyalarında sessizce dolaşmaktan başka bir şey de yapmamış zaten Ferit Edgü. Eleştirme, küçümseme yok. Hele hele yargı hiç yok.
”Buralarda kimse kimseyi aramaz. Arasa da bulamaz. Bulduğunda da, burada öldü ve gömüldü, deriz. Fazla sorgu sual edilmez…”
Bu cümleden sonra yutkunup, öylece kala kaldım. Anlatılmak istenilen şeyi ne kadar düşünürsem düşüneyim, işin içinden çıkamayacağım hissi canımı acıttı.
Yazar da zaten bunun mümkün olmadığını şu cümleyle vurgulamış bence, ”Onların yalnızlığıyla benim yalnızlığım aynı değildi. Onlar ölüyor ve öldürüyorlardı.”
Öykülerin dilini çok sevdim. Hele hele minimal öykülerde çok çok az kelimeyle, çok fazla şey anlatılmış.
Ben en çok ”Ses” öyküsünü sevdim ve onu burada paylaşmazsam çatlarım.
-Kim ölmüş? dedi bir ses.
-Kim öldürmüş? dedi bir başka ses.
-Kaç kişi ölmüş? dedi bir üçüncü ses.
-Ne zaman öldürmüşler? dedi tanımadık bir ses.
-Öldüren de ölür, dedi tanıdık bir ses.
-Üç de çocuk, dedi değişik bir ses.
-Beş de kadın, dedi aynı ses.
-Nereye gidiyoruz, diye sordu yaşlı bir ses.
-Bilmez gibi konuşma, dedi genç bir ses.
-Vallahi bilmez, dedi son ses.
Çünkü onunla birlikte, gözünü kapamadan önce gördüğü dağın doruğu da öldü, evin penceresi de öldü, havlayan köpek de öldü, çeşmenin akan suyu da öldü, rüzgarda salınan kavaklar da öldü, eriyen kar da öldü ve en son güneş öldü.
Şimdi bu satırlardan sonra cümle kurmak, ahkam kesmek benim için çok zor.
O yüzden bu kitabı okumadıysanız, mutlaka okuyun derim. Okursanız şu cümleyi asla unutmazsınız, ”Tanrı’nın bu dağ başında işi ne? Biz burada işimizi kendi aramızda görüyoruz”
0 Comments