Nedense hayatın tadını çıkarmayı hep erteliyoruz…
‘’Şunu halledeyim, şu geçsin de, şu da olsun, yaparım…’’ diyoruz.
Günlük saçma sapan sorunlara kendimizi öyle kaptırıyoruz ki, kendimizi unutuyoruz resmen 🙁
Onun da ötesinde kendimizi ve etrafımızdakileri tanıdığımızı ve yaşadığımızı zannederek, kendimizi kandırıyoruz 🙁
Sanki hayatın tadını çıkarmamız gerektiğini hatırlamamız için illa ki başımıza kötü bir şey gelmesi gerekiyor…
Büyük bir kayıp, görmemizi yürümemizi engelleyecek bir kaza. Veya bizi ölümle burun buruna getirecek bir hastalık 🙁 Kanser gibi, kalp krizi gibi…
Belki de kendimize gelmemiz, durup da biraz düşünmemiz için kendimizle şöyle bir deney yapmalıyız…
Bir günlüğüne ciddi bir hastalığa yakalandığımızı hayal edip, hayata ve çevremizdeki her şeye o gözle bakmalıyız.
Her şeyin, ama her şeyin çok değişik görünmeye başlayacağını şaşkınlıkla fark edeceğimizden eminim 🙁
Mesela, eski dönemlerde Çin’de pek çok kişi ölümlülüğünü unutmamak için evinde bir tabut bulundururlarmış…
Bazıları da önemli kararlar almaları gerektiğinde, bu tabutun içine yatarlarmış.
Böylece her şeyin nasıl da geçici olduğunu çok daha iyi bir bakış açısından görebilmeyi başarırlarmış 🙂
Evet, zamanımızın ne kadar değerli olduğunu, hatta günlerimizin sayılı olduğunu düşünmek istemiyoruz…
Ama öyle bir şey olur ki, ölüme beş kala hayatın tadını çıkarmanın nasıl bir şey olduğunu öğrenmek zorunda kalırız:(
Pek fazla bir işe yaramasa da, mecburen o anın tadını çıkarırız 🙂
Bunu çok güzel anlatan Hintli bir hikaye var…
Peşine kaplan takılmış bir adam kaçarken bir kayadan aşağıya düşer ve boşlukta yuvarlanırken bir dala tutunmayı başarır, ama o da kırılmaya başlar.
Artık kurtuluşu imkansızdır 🙁
Tepede kaplanın pençeleri, aşağıda ise uçurum vardır…
Ne var ki tam o anda, hemen elinin altında, kayalığın taşları arasında güzel ve taze bir çilek görür. Onu koparır ve…
Hayatında hiçbir çilek ona bu sonuncusu kadar leziz gelmemiştir her halde 🙁 🙂
0 Comments