Lüks, Açlık, Çılgınlık, Delilik


-1

Son günlerde bu dört kelimeyi sık sık tekrarlıyorum, sorguluyorum ve bana hissettirdiklerinden, düşündürdüklerinden kurtulmaya çalışırken, inatla karşıma dikiliyorlar.

Ölümün nefesini ensemizde hissettiğimiz, her an her şeyin olabileceğini düşündüğümüz bu günlerde etrafımda olup biten bazı olayları ve bazı insanların yaptıklarını anlamakta güçlük çekiyorum.

Sonu gelmeyen hesaplar, koltuk peşinde koşanlar, koltuğa yapışıp kalkmaya niyetli olmayanlar; kalp kırmalar, kavgalar, hakaretler, entrikalar, birilerine küsüp yok saymalar…

Toplumsal hayatımız da, bireysel hayatımız da bunlarla dolu. Sanki hepimiz çıldırmak istiyoruz, ya da çıldırdığımızı ispatlamaya çalışıyoruz. Kime? Belli değil 🙁

Suçlu arıyoruz, suçluyu parmakla gösteriyoruz, ama parmağı kendimize çevirmeye niyetlenmiyoruz bile. Hepimiz her şeyi biliyoruz, akıl veriyoruz, çözümler öneriyoruz, ama yapacak kimse yok.

Konuşan, çok konuşan, boş konuşan insanlar haline geldik. Susan kişi sayısı o kadar az ki, onlar da her an bir noktada patlayıp, nefes almadan konuşmaya hazır hale geldi.

Ekonomik krizi bile unuttuk. Zamlar aldı başını gidiyor. Bir tarafta hayatta kalmak için çırpınan insanlar, diğer tarafta ise lüks çılgınlığına kendini kaptırmış insanlar. Hiç ölmeyecekmiş gibi, sahip oldukları veya sahip olabilecekleri şeyleri de beraberinde öbür dünyaya götürebilecekmiş gibi yaşayan insanlara baktıkça, avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum, ama vazgeçiyorum. Onlardan uzak durmaya çalıştıkça, onlar bana daha çok yaklaşıyor. Her an ve her yerde.

Nasıl mı? Mesala, an önce oturduğum binanın merdivenlerini, giriş kapısını tamir etmek, güzelleştirmek ve lüks bir hale getirmek için yapılmasını gerekenleri ve ödenmesi gereken miktarı içeren mesajları okurken ne hissettim biliyor musunuz?

Kafayı yediğimi ve her şeyi tersten görüp, tersten anladığımı. Herkes normal bir ben deliyim 🙁

Ne yapmak istedim biliyor musunuz? ”Ben lüks bir mezarda yaşamak istemiyorum arkadaş” deyip, çekip gitmek istedim. Dağ başında, küçücük bir kulübede , insanlardan uzak yaşamak istedim.

”Ekonomik kriz var, deprem gerçeği var. Delirmenin ötesinde bizim beynimiz ve yüreğimiz körleşti galiba” diye söylenirken, dün kitapçıda almam gereken kitabın bir sayfasının fotoğrafını çektiğimi hatırladım.

Bakın bu sayfada ne yazıyor: ”Seneca Meditasyonu: Bilge kişi güne şöyle başlar…

Fortuna bize gerçekten sahip olabileceğimiz hiçbir şey vermiyor. Hiçbir şey, ne toplumsal, ne bireysel, hiçbir şey kalıcı değil. İnsanların kaderi bile. Tıpkı o sarsılan kentlerdeki gibi. Büyük çabalar harcanarak ve tanrıların cömertlikleri sayesinde. Ne kadar heybetli binalar yapmış olalım, bunların bir gün yerle bir olabileceğini aklımızdan çıkarmayalım. Hayır bir gün diyerek insanların başına gelebilecek talihsizlikleri uzun zaman sonraya ertelemiş olmuyoruz. Bir saat sonra, bir saniye yeter de artar da koca imparatorlukların yok olmasına.

Asya’daki, Yunanistan’daki kentler tek bir yer sarsıntısıyla yok olmadı mı? Suriye’de , Makedonya’daki tek bir sarsıntısıyla yok olmadı mı? Kıbrıs kaç kere harabeye döndü benzer bir felaketle.

Çevremizdeki her hey ölmeye mahkum. Ölümlü olarak dünyaya geldik, dünyaya ölümlüler getirdik.

Giderken hiçbir şey alamayacağız…”

Asırlar öncesinde söylenen bu sözlerin altına ben bir şey eklemek istemiyorum. Yorumu size bırakıyorum…

Bu arada alıntı Alain De Buttunun ”Felsefenin Tesellsi” kitabından 🙂


Like it? Share with your friends!

-1
Meliha Doğu

0 Comments

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir