” Okumaksızın geçen zaman bir tür ölüm, insanın canlı canlı gömülmesidir” Seneca
Ben kendimi bildim bileli okumayı severim. Elime ne geçerse, iyi kötü, ne olursa olsun her şeyi okumaya çalışırım 🙂
Anneannem anlatıyordu, üç dört yaşlarındayken küçük bir gazete parçasıyla saatlerce oynuyormuşum. Herkesin kafasını şişirecek kadar bağıra bağıra okuma taklidi yapıyormuşum 🙂 Televizyon bile olmayan bir evde, küçük bir köyde başlayan okuma aşkı.
Sabahlara kadar burnunu çeke çeke aşk romanları okuyan bir teyzem, beni uyuturken gizli gizli şiir okuyan annem ve her fırsatta Kuranı eline alıp okuyan dedem ve anneannem etkili olmuştur muhtemelen icat ettiğim bu okuma oyunumda 🙂
Okumayı öğrenmek, onlar gibi koca koca kitapları okuyabilmek için çabucak büyümeyi hayal ederdim her gece uyumadan önce…
Sonra kitaplar en iyi arkadaşım oldu. Yalnızlığımı ortadan kaldıran, dünyamı zenginleştiren, önüme bir sürü pencere açıp saatlerce düşündüren, uykularımı bile kaçıran, sorular içinde debelenmemi sağlayan; ağlatan, güldüren, kızdıran, köşeye sıkıştıran, yazmaya başlamama sebep olan arkadaşlarım.
Kitap okuma konusunda bazen eleştirildim, olur olmaz yerlerde okuduğum için ayıplandım. Hatta cezalandırıldım…
Yemek yerken kitap okuyarak, anneme saygısızlık ettiğimi kabul ediyorum. Ama beni zorla sürükledikleri ve saatlerce süren düğünlerde, masa örtüsünün altına kitabı saklayıp, okuduğum için birilerine ayıp ettiğimi hiçbir zaman kabul etmedim 🙂
Cezalara gelince… Amerikan Hastanesi, Yoğun bakımda çalıştığım dönemde Marmara Üniversitesinde öğrenciydim ve kitap okumaya pek fırsatım olmuyordu. Ben de gece nöbetlerinde işimi bitirir bitirmez, yanımda taşıdığım kitaba sarılıyordum. Beş, on dakika, birkaç satır bile okuyabilmek bana çok iyi geliyordu. Ama bu iş arkadaşlarımı çok rahatsız etmişti ve beni baş hekime kadar şikayet etmişlerdi. Çünkü onlar gibi işimi bitirince, oturup dedikodu yapmam gerekiyordu.
Onların şikayeti beni kitaplarımdan uzaklaştırdı, ama başka bir şeye vesile oldu. Türkiye’ye geleli iki üç sene olmuştu. Tükçem zayıftı. Ben de işimi bitirir bitirmez, elime geçen her kağıda yazmaya başladım. Arkadaşlarımı gözlemleyerek, anlık ve küçük küçük hikayeler uydurdum. Yani onlar çene jimnastiği yaparken, ben kendimce beyin jimnastiği yaptım. Yoğun bakımdan ayrılınca da bir iki ay evde oturup saatlerce okumuştum 🙂
Kısacası okumak benim için nefes almak gibidir. Hayatta en çok yapmayı sevdiğim şeydir. Ama en çok mutlu eden şeyse yazmaktır 🙂
Bu arada çok okuyorum desem de öyle at koşturur gibi, çetele tutar gibi okumam. Bazen bir roman alırım ve bitirmeden bırakmam, ama bazen de bir kitabı günlerce bitiremem. Yazarın derdini anlamak, üzerinde düşünmek, bitmeyen sorularımla başa çıkmam zaman alıyor. Kimilerine bu sorgulamalar ve uzun uzun düşünmeler saçma geliyor olabilir, hatta yorucu ve lüzumsuz da gelebilir. Ama ben seviyorum.
”İyi de bu kadar zamanını kaybettin ve kendini yordun da geriye ne kaldı?” diye sormuştu bir arkadaşım. Matematik hesabı yapar gibi toplayıp, çıkarmamı veya bölmemi beklercesine.
Ben okuduklarımın arkasından kalanlarının çetelesini hiç tutmadım. Tutmaya kalksam zaten hatlar karışır. Tutmadan da karışıyor bazen ya 🙂
Nasıl mı? Ben zaman zaman en sevdiğim yazarların isimlerini unutabiliyorum, kitapların isimlerini ve kahramanları karıştırabiliyorum 🙂 Ama buna takılmıyorum. Hatta normal buluyorum. Sebebine gelince…
Diyelim ki ben bir yılda elli kitap civarında kitap okuyorum. Kırk yıl da okuduğuma göre, on beş- yirmi bin arasındaki kitabın isimlerini ve yazarlarını aklımda tutmama imkan yok. Kendimi zorlamadım da bu konuda. Çünkü yazı yazmaya çalışan birisi olarak beynimi tıka basa doldurmak da istemedim 🙂 Zihnimi zenginleştirecek, beni düşündürecek ve besleyecek şeyleri almam yeterli 🙂
Bakın Schopenhauer bu konuda ne diyor: ”Bir insanın okuduğu her şeyi muhafaza etmesini istemek yediği her şeyi midesinde muhafaza etmesini istemekten farksızdır. Yediği şey onu bedenen, okuduğu şey de zihnen beslemiştir ve o bunlarla ne ise o olmuştur. Nasıl ki beden kendisiyle türdeş olanı hazmederse, bir insan da kendisini ilgilendiren, dikkatini çeken şeyi muhafaza edecektir. Bir başka deyişle kendi düşünce sistemiyle örtüşen yahut amaçlarına denk gelen şeyi bünyesinde alıkoyacaktır”.
Sonuna kadar katılıyorum. Ben bir kitabı okurken kahramanlarıyla birlikte yaşarım, onları anlamaya çalışırım, onlardan birşeyler öğrenirim, ama kitap bitince hayatımdan çıkarırım. Çünkü okuduğum bütün kitaplardaki kahramanları hayatım boyunca yanımda taşıma şansım yok 🙂
Gelelim tekrar okuma konusuna…
Eleştiri aldığım konulardan bir tanesi de bu. Okunabilecek bir sürü yeni kitap varken ve hayatın koşturmacası içinde hiçbir şeye yetişemezken, bir kitabı ikinci kez okuyarak neden zaman kaybettiğimi soranlar var.
Seviyorum. Bazı kitapları tekrar tekrar okumayı seviyorum ben 🙂 Hem de ilk kez okuyormuşum gibi, içindeki dünyayı ilk kez keşfediyormuşum gibi…
Schopenhauer, ”Repetito est mater studorium”. Yani, ”Tekrar, öğrenmenin anasıdır” diyor ve bakın bazı kitapların tekrar tekrar okunmasıyla ilgili ne söylüyor: ”Herhangi önemli bir kitap (ilk okumanın ardından) hiç vakit kaybetmeden bir kez daha okunmalıdır. Zira öncelikle kitabın muhtevası bütünü itibariyle ikinci kez okunduğunda kavranılır ve başlangıç ancak son bilindiğinde gerçekten anlaşılır ve buna ilave olarak kitap ikinci kez okunurken kişinin içinde bulunduğu ruh hali ve zihin yapısı ilkinden farklıdır. Dolayısıyla çoğu kez başka bir izlenim elde edilir, muhtemel ki muhteva başka bir ışıkta görünür”.
Yani kısacası bazı kitaplar ikinci kez veya tekrar tekrar okunmayı hak ediyor. Bazı kitaplar, hepsi değil 🙂
0 Comments