Çiçekler bütün güçleriyle açmışlar, güneşin tadını haykırıyorlar. Çıldırtıcı kokuları anılarımı uyarıyor. Beni bu denli baştan çıkaran hoş kokular, ufacık arılara neler yapmaz? Çiçek sofrasına dalmış arılar, esriklikle inliyorlar.
Pür uçlarında incileşen çiy damlaları, sabah güneşinde kıvılcımlanıyor. Kozalakların ağırlaştırdığı sedir dalları beni tanıyor gibi. Dal aralarından sızan benekli ışıklar düşüyor önüme. Rüzgara saçını taratan orman uğulduyor. Hışırtılar, pür ilmeklerine takılarak koşan rüzgarın sesi.
İçine daldığım orman ağır ağır deviniyor. Yürüdükçe orman sevgisi kabarıyor içimde. Her yan çiçek, reçine, çürümüş ot, yaprak kokuyor. Ne yönüm belli, ne yolum. Hiçbir şey gözle görüldüğünde kalmıyor; çalı, taş her an dile gelebilir. Bu yüzden zordur yüreğini anlamak ormanın. Bir ağaç, bir taş görürsün, sonra da ağaçtır, taştır dersin, geçer gidersin. Oysa o ağaçla, o taş, hiç eskimeyen bir öykünün adıdır belki de.
Yıllardır ayrı kaldığım ‘yurtyeri’mi görmek için sabahtan beri yoldayım. Çocukluk köklerime bir an önce kavuşabilmemin coşkusu sinmiş, bir sonraki adımlarımın habercisi sanki. Ağaç diplerine dökülmüş pür örgüsü, ayaklarımın altında çatırdıyor. Çocukluğumun birazı da o çıtırtının içinde.
Beni, kendimi gördüğüm gibi gören dağlar karşımda. Ne yandan baksam bakayım bırakmıyorlar yakamı. Yumuşak, taze yaz sabahının parlaklığı ile dolmuş her yan. Öğlenin sıcak geçeceğini haber veren sessiz, yüksek sis bulutları uçuyor üstümden. Görünen, görünmeyen nesneler algılarımı besleyerek, küçücük alıştırmalar yapıyor içime. Rüzgar seli, ormanın ince telli pürlerinde akıyor; anılarım titreştiriyor sanki onları. Gözlerim, koyaklar, pırıltılı sular, lekesiz serpme bulutlarla konuşuyor durmadan.
Sağımdan solumdan toprak rengi boz çekirgeler uçuşuyor, elime, ayağıma çarparak otların arasına düşüyorlar.Çiftleşen kelebekte doğanın utanma bimez bir masumluğu var gibi. Gözle görülen bir canlılık fırtınası yöremde. Yukarıda ise, geniş halkalar halinde kartallar dönüyor; güneş kokan göğün mavi karnında lekeli gölgelerden farksızlar.
Gözlerimin dağlarla alışverişi sürüyor. Bakışlarım, morumsu dağların buğusuna batıp çıkıyor. Küçük bir sis yumağı, bir sis dili, ora yamaçlarının selamı gibi bana.
Sessizlik önümde uçsuz bucaksız, evrenin havası boşalmış sanki. Tek ses, yürüdükçe hızlanan soluğumun sesi.
Adımlarım yürümeye yargılı. Yurtyeri’me yaklaştıkça renklerim açılıyor, içim arınıyor. Çocukluk şafaklarım oralarda gizli. Korkularım bile oralar denli eskidir bende. Çocukluk korkularıma tek tek selam vererek yürüyorum yoluma.
Yayvan dallı otların arasına ağını genişçe kurmuş duran örümcek önümde. Ağına dokunan nesnenin rüzgar mı, böcek mi, insan mı olduğunu sezen bilgece duruşuyla bakıyor bana. Tırtıl kurdu bir uzayıp bir kasılan yürüyüşüyle ağına doğru yaklaşıyor örümceğin; ayırdında değil tehlikenin henüz. Ayırdına vardığı anda da, iş işten geçmiş oluyor; avını taş gibi hareketsiz duruşuna borçlu olan örümcek, tırtıl kurdunu şimşek hızıyla kaparak deliğine çekiveriyor.
Saatlerdir yürümeme karşın, beni sürekli kendinden uzak tutmasını bilen Bolkarlar, başından hiç eksik olmayan kar eskileriyle, düşsel bir uzaklığın büyüsünü taşıyor içime. Dorukların üstünde mavi soluklu gökyüzü, attığım her adımda, sessiz bir şölene çağırıyor beni. İpince buğuların tüttüğü huşu dolu koyaklar, duygularımı demliyor. Ora uzaklıklarının uçuk maviliği, kanımda gizli duran göçebe ruhumu kamçılıyor. Yürüdükçe bir çocukluk gücü kazanmaya başlıyor adımlarım. Duygularım bayraklaşıyor. Benden önceki yaşamların gizli gölgeleri düşüyor önüme. Sallanan otlar, çiçekler, canımın oynaklığı olmuşlar sanki. Otların bana değen yapraklarının aslında kendi yaşamım olduğunu, onların da bana otça dilleriyle seslendiklerini duyumsar gibiyim.
Birbirine benzeyen tepelerin arasında yolumu şaşırır gibi olunca, bakınmaya başlıyorum çevreme. Derken önüm sıra yürüyüp giden gölgemin içinden , ağır ağır sızarak bir çocuk gölgesi çıkıyor ortaya. Yüzünün yarısı henüz oluşmamış, belirsiz bir çocuk gölgesi bu. Baktıkça yüzü tamamlanmaya başlıyor gölge çocuğun. Uçuklu yüzü, topraksız, yanıktı. Yumuk gözleri yeşildi. Yalınayak, başı çıplaktı. Sarı kirpikli, yedi sekiz yaşlarındaki bu göçebe çocuğun alnına, yoksulluk acısının kırışığı çizilmişti. Yine de sıcacık bir iç taşıdığı belliydi. Gözleri meraklıydı, soru doluydu. Dostça bakmasını biliyordu. Yüzünde, bakışında, gülüşünde eskilerden kalma bir tanışıklık var gibiydi. Çıplak ayakları ile taze otların üstünde lekeli izler bırakarak, önümsıra yürüyerek, yolu gösterdi bana. Körpe, çıplak ayak izleri, çocuktaki izi bana iyice haber vermeye başladı. Çocukken, tümümüz yalınayak olduğumuzdan, birbirimizi ayak izlerimizden tanırdık; bu da, zamanla iz sürme, iz tanıma merakı uyandırırdı bizlerde.
Yediği yemlik otundan ağzının kenarları ile dilimin üstü yemyeşildi. Yadırgamış gibi bir yüzüme, bir de geniş tabanlı, güçlü dağ ayakkabılarıma bakıyordu. Bu gölge çocuk belleğim miydi, yoksa yarım yüzyıl önce buralarda bırakıp gittiğim çocukluğum muydu benim? Evet, ta kendisiydi; onun zamanına ve mekanına geldiğim için, bana görünme gereğini duymuştu çocukluğum. Bu ufacık, yeni yetme çocuk, yıllar önceki kabuğumdu benim, kılıfımdı. Onun içinden çıkmaydım ben. Sağ yanağındaki küçücük siyah et beni, çocuksu saf gülüşü, çimen yeşili gözleri, utangaç göçebe çocuksu haliyle bendim ben olmasına.
Ne ki, çocukluğumla buluşmam fazla uzun sürmedi. Yıllar önce unuttuğum yolu bana gösterdikten sonra, yavaş yavaş gözden kaybolmaya başladı. Gölgesi, iri gölgemin içine çekilerek eridi. Gölge çocuk kayboldu. Gölgem çift iken, tek gölgeye dönüştü. Ve eski çocukluğumun yalınayak izleriyle buluşan adımlarımla devam ettim yoluma.
Orman geride kaldı. Dört yanım ıpıssız bozkır şimdi. Renkler kurumuş, kerpiç gibi sert, en ufak yeşertiye, donağa kısır, yaban bir toprağın üstündeyim. Ne ağacı biliyor, ne çalıyı bozkır. Her yan çırılçıplak olmasına karşın, yine de bir yerlerde canlıların kıpırdandığını sezinler gibiyim.
Sis çökünce toprak nemlenir, kaya yosunların özgürlüğü başlar. Göze batmayan küçücük dünyalar dönmeye başlar orada; sülükler, kurtçuklar, karıncalar… Güz gelince, geçen yazın lekelerini taşıyan yapraklar düşer yere. Otlar kurur. Dağlar dondurucu karın altında tozar, çırpınır, üşür, çığılık çığlığa öter. Sonra bahar gelir, koyaklar buğulanır. Dal uçları sulanır. Yaşamın titreşimi, ağacın yüreğinin patlak veren tomurcuklarda çarpmaya başlamasıdır bu. Sonra bu çarpış yaprağa, çiçeğe dönüşür. Böylece yerine yenileri gelmiş olur. İnsanlar göçer, yerine yenileri gelir. Sahipleri gider, sahipleri gelir. Her şey el değiştirir böylece. Sesi soluğu kesilen dere içleri sudan boğulur. Yosun tutar yatağı.
Yaz gelince, kuraklık çöker. Dereler sesini unutur. Yosunlar kurur. Kuşlar, kuruyan yosunların üstüne yuva yaparlar. Sonra sarı gagalı yavrular, kocaman ağızlarını açarak, damarlarında su izleri taşıyan yosun kurularının üstünde çığılık çığlığa öterler.
Kendi kendime bunları düşünür, yürürken, birden bir ses çaldı kuşağıma:” Bulutlara bak, bulutlara!”
Küflenmiş, yaşlı bir sesti bu. Çok yakınımdan geldiği halde, çevremde kimse yoktu. Yüzü olmayan bir sesti. Belki de, hiç konuşmamıştı da, ıssızlıkta bana öyle gelmişti.
Yürümemi sürdürürken, aynı ses bir başka yönden geldi:”Gözünü buluttan ayırma!”
Döne döne çevreme bakınmama karşın, kimseyi göremedim yine. Acaba birileri gördü de, benimle eğleniyor mu, diye kendi kendime kuşkular yaşarken, şaşırtıcı bir şey oldu; öyle uzaktan kendini belli ederek yaklaşan biri gibi değil de, birdenbire önümde bitiverin bir karaltıyla karşılaşıverdim. Çok yaşlı, gölge bir insan karaltısıydı bu.
Önümde bitiveren bu ermiş kılıklı adam da kimdi? Yalnızlığın sürgününe uğramış Yörük dervişlerinden biri mi? Hem bu denli yaşlı, düşkün haliyle ıssızlarda ne arıyor, neden bulutlara bakmamı istiyordu?
Sabahtan beri süren yolculuğumda bir tek insanla karşılaşmadığım için, bu rastlaşmaya sevinerek, yanı sıra yürümeye başladım adamın. Ne ki, varlığımdan habersiz görünüyordu adam. Kendine özgü bir ölümün birazını yaşıyormuş gibi sarsıla sarsıla yürüyor, hiç konuşmuyordu. Yaşını, ne zamandan beri yaşadığını bilmem de olanaksızdı. Ama herkesten fazla yaşadığı belliydi. Ateşli bir hastalığa yakalanmış da, bedenin suyu çekilmiş gibi iki büklümlü beli. Omuzlarından sarkan seyrek, uzun, kır saçları, başıyla omuzlarının arasında bir yığına dönüşmüştü. Kafası küçüçük olmasına karşın, kulakları büyüktü; düşünmenin yerini kulakları almış gibi.
Dayanamadım, geçtim önüne ihtiyarın. “Dede, kimsin sen?” Yalnızca düşünce olarak içimden geçirdiğim bu sorumu anlamış gibi bir belirti geçti yüzünden ihtiyarın. “Kim olacak, bir Allah’ın kuluyum”.
Yerden aldığı bir avuç tozu savurdu havaya. Sonra da, savurduğu tozun uçuşuna göre rüzgarın yönünü öğrenmeye çalıştı.
Şaşkınlığım giderek artıyordu. Dikkatini daha fazla çekebilmek, karşılıklı bir laf edebilmek için, yanı sıra yürümemi sürdürdüm. Yakından bakmama karşın, yara gibi kıpkırmızı olmuş gözlerinin içinde, bir türlü ulaşamadığım bir derinlik vardı.
Kimdi bu adam? Dün ile bugünün arasında sıkışmış kalmış bir yaşamın gölgesi mi?
Derken, adam aranmaya başladı yine. Sağına soluna, en çok da güneşle dolu gökyüzüne bakındı. “Bugünün bulutu hoş değil” dedi. Ne demekse. Kime seslendiği de belirsizdi. Gözünün önünü bile yeterince göremeyen bir adamın gökyüzü ile ne ilişkisi olabilirdi?
Güneşle, rüzgar yanığı yüzünün oylumunda derin çizgiler vardı. Giyitleri öylesine eskimişti ki, çocukluğumda, ölmesi yakın yaşlı kişiler, gömü yaşamına bir an önce kavuşabilmek için, bilerek, düşünerek, sırtlarındaki giyitleri günlerce çıkarmazlar, üstlerinde eskitir, çürütürlerdi. O kişilerden biri miydi yoksa bu adam?
Birden öğüt vermeye başladı bana: “Gözünü buluttan şakın ayırma!Aklını bulutların üstünde toplayabilirsen, şimşekte yanan bulutların kokusunu duyabilirsin; bulutların içinde akan ırmakların sesini işitebilirsin.”
Bu kez düşünce olarak değil de, sesli olarak sordum ona: ” Dede kimsin sen? Durmadan ne diye bulutlardan söz ediyorsun? Bulutlarla işin ne senin?
“İşim ne mi? Herkesin işi var bulutlarla oğul. Rahmet buluttan gelir, unuttun mu?” dedikten sonra yürüdü gitti.
Dikkat ettim çakıl taşların üstüne bastığı halde, taşlar kıpırdamıyor, yakıcı güneşte gölgesi yere düşmüyor, tozlu yolda ayakları, ufacık olsun iz bırakmıyordu. Gölgesiz bir gölgeden farksızdı adam. Yürümüyordu da, gölgemin yanı başında sessizce uçuyordu sanki.
Araştırıcı gözlerle onu tanımaya, yüzünde eski gençliğine dair izler aramaya başlayınca anımsayabildim kimliğini adamın; obamızın yağmurcusu, bulut bakıcısı, ünlü Sürek Faik Amcaydı bu. Bir doğa bilgesiydi o. Yörükler bir yerden bir yere göçecekleri zaman, yolları üstündeki dağlarda havanın nasıl geçeceğini gelir ona sorarlardı. Sürek Fakı’nın dedikleri kesin doğru çıkardı. Ormanı, dağları dinler, çıkan şimşeğin kokusunu, bulutun nemini bilirdi. Her sabah erkenden kalkarak koyalıklara çöken sisle konuşur, bazen de ağaç üstlerinde saatlerce kuşları gözler, onların ötüşlerindeki gizi görmeye çalışırdı. Uçan kuşun gizini, bulutların genci ile yaşlısını bilir, yaprağın dilinden anlardı. Bir gökyüzü falcısıydı o. Çok da iyi iz sürerdi; geçip giden sürülerle, kervanların izlerine bakarak, onların hangi obaya ait olduklarını, geçtikleri zamanı bile bilirdi.
”Nereden gelir, nereye gidersin?” diye sordu bana.
”Kentten gelir, ‘Yurtyeri’m Yukarı Bolkar’a giderim”.
”Aferin! Dağlardan uzak durma! Alıştır kendini dağ düşüncesine. Gözünü de gökyüzünden ayırma sakın! ‘Yurtyeri’ne varınca dağların en yükseğine çık ve avazın çıktığı kadar bağır, türkü çağır. Korkma, yüksekten zarar gelmez insana.”
O arada bulutlardan yeni bir işaret, yeni bir koku almış gibi sağına soluna bakındı yine. ”Yağmurun gerçeği vaktinde gelir” dedi. Sonra da dağların çağrısına uymuş gibi, olası bir sağanaktan kaçarmış gibi yürüdü gitti. Dümdüz yolun ortasında birdenbire kayboluverdi. Bir insan, buharlaşırcasına nasıl birden yok olabilirdi?
Yukarıda, ta en yukarıda kayalık bir dağın üstünde, tülümsü bulut bulaşıkları belirmeye başladı ilkin. Giderek büyüdü bulut; renk renk, görkemli, kıvrak biçimler ile kaynaşarak, dağı altına alıp bunalttı iyice. Derken kaynağı belirsiz ışıkların ardından bir parlayıp, bir sönen, derin, sarsıcı gök kazanları gümbürdemeye başladı. Kırk beş, elli adım yürümeden de, akıl almaz bir rüzgarın baskınına uğradım. O denli üşütücü güçlü bir rüzgardı ki, bir an yüzümün çarpıldığını hissettim. Gözlerim küçüldü, yanaklarım üşüdü. Bir kuytuluğa sığınmazsam, kalkan toz bulutun içinde kaybolabilirdim.
Gökyüzü karardı. Bir ses kasırgasının ardından diklemesine, kalın çubuklu bir yağmur perdesi boşandı ki, akıl almaz; yağmur değil de, sağılan bulutların yeryüzüne iplik iplik eğirilmesi, bir damlalar topunun patlamasıydı bu sanki.
Az sonra, hiç dinmeyecek sandığım gök dindi. Yağmur sustu. Güneş açtı; yağmur değilmiş de, bulutların gördüğü bir yağmur düşü imiş gibi.
Sığındığım kuytuluktan çıkarak, ıslak toprakların üstünde yürüdüm. Dağ postallarımın tabanına yapışan hafif bir çamur şapırtısı. Kaya üstlerinin küçücük çukurlarına yağmur suları dolmuştu, güneşte parlıyordu, gümüş paralar örneği.
Yurtyeri’me vardığım zaman, günün ayarını ölçen güneş tam üstümdeydi. Yorgunluktan serseme dönmeme karşın dağ havasını ciğerlerime, dağların görkemini gözlerime, kuş cıvıltılarını kulaklarıma çekmeye başladım. Büyülü yurdum mavi göğün altında, öncesiz bir zamandan beri yerinde duruyordu. Her türlü renk, biçim, koku ve pırıltısıyla duyarlılığımı kuşatıyordu. Geçmişim, şimdim, geleceğim birbirine karışmıştı. Yarım yüzyıllık ayrılığım benim için çok önemliydi; ama dağlar, güneş ve gökyüzü için bu ayrılık neydi ki? Güneş yabancım değildi, çocukluğumun güneşiydi. Rüzgar da öyleydi, aynı dili konuşuyordu.
Ah, yaşamımın ilk kaynağı, parlayan bahar otlarına doyasıya baktığım, yelelerine tutunarak bindiğim çıplak atlar; geceleri yıldızlarına bakarak uyuduğum kök yurdum; bana en ufak gereksinim duymadan işte önümde duruyordu.
Kavuşmamın neşeli, üzünçlü basıncı güçlü bir nabız gibi vurmaya başladı şakaklarıma. Gözlerim cennetimi içime taşıyordu. Dilimin ucuna geliveren sözcükler, ağzımdan dışarı çıkamayacak denli sessizliğime saygılıydılar. Duygularım kaynama noktasındaydı.
Anılarımın baskını yüzünden ne yöne bakacağımı bilemiyordum. Görmek istediklerim kadar, görünmeyen gölgelerin ağırlığı da düşüyor önüme. Düş gücümün yoluyla, kimliklerini asla öğrenemediğim, yüzlerini göremediğim, eski insan yüzleriyle bir yakınlık kurduğumu duyumsuyordum. Beynimle, güç gücümün dokusu, takvimleri, saatleri aşarak, yıllar öncesinin gizemine gidip gelmeye, karanlıkta göremediğim halde el yordamıyla nesnelere dokunurmuşum gibi, eski kimliklerin üstünde dolaşmaya başlıyor. Kanım tatlı şifalar alıyor. Sıcakta keskin kekik, yavşan kokusu başımı ağrıtıyor. Uyuyan çocukluk türkülerim dile gelirken, gökyüzü yeniden renk dökmeye başlıyor üstüme.
O zamanlar taze bir sürgünden farksızdı yüreğim. Bacaklarımın ulaşabileceği yere kadardı düşüncelerim; Bacaksız düşüncelerim… Elim, ayağım, giysilerim şimdiki gibi sabun kokmazdı; küllü su ile yıkanırdık. Sevda kurallarını da bilmezdik pek. Okuma yazma konusunda da el değmemiş bakireydik. Güneş battıktan sonra ortaya çıkan Çobanyıldızı’nı biz, Güneş’in giderken, ardında unuttuğu çocuğu sanırdık da, Çobanyıldızı’nın haline acırdık.
Rüzgar en çok oralarda yoğunlaşır, en çok orada uğuldardı. Kışın kar tozlarını, Yazın Yurtyeri’ndeki eskimiş yaşamları, bulut ve göç eskilerini toplar götürürdü, gökyüzü selleri gibi.
Geleceğimi önceden haber almışlar, biliyorlarmış gibi, Yurtyeri’min sesleri boşalmaya başladı birden. Obamın insanları ayağa kalkmışlar, karşılamaya çıkmışlar beni. Coşku ile gülüşüyor, konuşuyorlar. Uzaktan, yakından sesler geliyor. Çocuk bağırtıları, köpek havlamalarına karışıyor. İlerdeki dikenlikte, yayılan boz develer böğürüyor. Kabarmış tüylerinin arasında sarı pirinçten dökme çanlar ışıyarak ötüyor. Herkes geçmiş günlerin kulağıma fısıldamış gibi. Ben de, obamda ne kadar insan varsa, tümünü birden kucaklamak, ellerini sıkmak istiyorum.
Ama sesler kesiliveriyor birden. Görüntüler silinmeye başlıyor. Yanımda, yöremde ne karşılayan birileri var, ne oynaşan çocuklar, ne de yayılan boz develer…
Küme küme kıl çadırlar kurulurdu vaktiyle burada; her parçası sevgi, nakış, yarenlik kokan çadırlar. Sürüler yayılır, çobanlar koştururdu burada. Ateşler yanar, koca koca duman topları yükselirdi havaya da, bizler bulutların, çıkan o koca duman toplardan oluştuğunu sanır, gökyüzünde kendi duman toplarımızın rengini arardık bazen. Sabah sesleri hafifçe renklenir, rüzgar çiçek tozlarından biraz lekeli eserdi. Uzun türküler çağırılırdı, gülünürdü orada. Yağmur sonu dağ bulutların soğuk, nemli kokuları duyulurdu. Güneş batıp da, sular kararınca, her yeri aydınlatan, her yerden görünen, dağların önüne, ardına, üstüne düşen, irili ufaklı bir yıldız çağlayanı kopardı gökyüzünde. Her yer bir yıldız çığlığına keser, kıvılcımlar örneği parlarlar, yol olurlar, solurlar, esnerler, susarlardı. İşte böylesi gecelerde, çağları, yurtları belirsiz eski masallar anlatılırdı; büyüsü efsunu bol olan masallar… Kimi zaman sabahlara dek sürerdi bu. Sonra parlayan yıldızların en büyüğü olan Güneş doğardı. Ve bütün yıldızları kendi güçlü rengiyle silerdi.
Şimdi yok hiçbiri. Kıvılcımlar örneği savrulmuş gitmişler. Kıvılcımlar geri gelmez, biliyorum. Yurtyeri’min zamanı benden uzaklaşmış, tahmin edemeyeceğim denli uzaklarda şimdi.
Kıl çadırımızın yerini buluyorum. Tepesinde her zaman bir delik olurdu çadırımızın; gün yükselince delikten içeriye incecik ışıklar süzülürdü; günlük kokan ışıklar. Şimdi ne çadır kalmış, ne de bir şey. Duvarları yıkılmış, taşları dökülmüştü; süregelen her şeyin sonu gelir, dermiş gibi. Söz söylemesi olmayan, çocukluğumdan beri burada duran, bundan sonra da duracak olan taşlara bakıyorum uzun süre. Onları elime alarak, duvarları yeniden onaramam, geçmişime karşı gelemem artık.
Yurtyeri’m garip, anlaşılmaz sesler, yansımalarla doluyor yine. Kaya yarıklarından, yıkılmış iğreti duvar aralarından sesler sızıyor. Kulaktan kulağa söylenen, fısıldanan yavaş konuşma sesleri, ya da bağırmaya gücü yetmeyen , kısık çıkan çığlıklar gibi. Hafif zor işitebilen sesler. Düşlerim dağılıyor, duyularım tekrar açılmaya başlıyor.
Pınara doğru yürüyorum. Yıllardan beri kendi haline bırakılan pınar yolu biraz serkeşleşmiş, dallar başıboş kırbaçlaşmış, dikenler adımlarıma dayatır olmuştu. Birbirine girmiş böğürtlen, yarpuz, püren, yabangülleri, kuş görmez sıklıkta örtmüşler pınarın üstünü. Gölgeleriyle boğmuşlar her yanı. Böürtlen, yarpuz, su püreni dallarını elimle aralayarak pınarı buluyorum. Apak kum ve çakıl yığını içinde, ölümsüz bir zaman sürecinden farksız pınar, utanırmış gibi hala kaynıyor. Öyle duru, öyle temiz bir akışı var ki, ipince suyun damar damar kırılarak akışı, dibindeki apak çakıl taşlarının üstüne vuruyor.
Çocukluğumdaki gibi, yüzükoyun yere uzanarak, sıcacık bir memenin ucuna dayarmış gibi dayadım ağzımı pınara. Dondurucu suyundan içerken, anacığımın yıllar önceki sözleri kulağımda: ”Pınarlar da içildiklerini bilirler oğul. Üstüne eğilen canlının cinsini gölgesinden tanırlar. Bazen içilmeyen pınarlar da yolcular gibi susarlar; ancak içildikleri zaman susuzluklarını giderirler”.
Böğürtlen yaprakları gür, yeşil iştahlıydı. Salkım salkım açan mor çiçeklere arılar konup kalkıyordu. Çiçek yapraklarını arıların konuş hızıyla sallanıp ürperiyordu. Kocaman dallı ayıgülü yapraklarının üstünde yağmur tanelerinin ayran artığına benzeyen tozlu izleri görünüyordu.
Pınar suyu soğuk, gürültülü tadıyla az aşağıdaki dere suyuna karışıyor. Saç saç uzamış, yapışmış yosunlar hafifçe dalgalanıyor yatağında derenin. Sedir ağaçlarının gölgesi vurmuş üstüne. Kayalar yosun tutmuşlar, yeşil. Yosunlardan süzülen şarlanın sesi, yosunların türküsü gibi.
Çocukluğumun birazı o yosunların içinde. Deredeki çakıllar, çocukluğumun oyun bilyeleriydi. Genç yaşında ölen Hatice Ablamı o sularda yuğmuş, kefene sardıktan sonra vermiştik toprağa. Ablamın yeşil gözleri, yosunların içinde gizlice bakıyor bana. Islak saçları dalgalanarak akıyor suyun içinde. Otlar, çiçekler, Hatice Ablamın görünen değişik şekilleri olmuşlar sanki. Kol yenlerini sığamış ablam, coşkulu dere suyunda yün yıkıyor. Giyitleri de yaşı gibi hiç değişmemeiş ablamın, hep aynı kalmış; biliyorum ölüm gelişmesine izin vermez çünkü.
Ben de kendi yüzümün kıyısından bakıyorum ona. Çıkan rüzgar ablamın yüzünün biçimini bozmaya başlıyor. Derken yüzü diğer yüzler gibi yitip gidiyor.
İçlerine bir tek arı soluğu, arı kanadı değmemiş, apayrı renk dillerini konuşan çiçekler önümde. Tepedeki ormanın üstünde sis değil de, çocukluğumdan kalan bir büyü kalıntısı uçuyor gibi. Yörüklüğümden kalma bir giz, orada hala saklanmakta direniyor. Ormanlı yamacın dallarından inişe geçen rüzgarın sesi geliyor yukarıdan. Uzatsam elimi ormanın sesine dokunacağım duygusu içimde. Her şey uçucu, her şey rüzgara uyumlu orada. Ormanın içinden az sonra kucağı çalı çırpı dolu ablamın çıkıp gelivereceği düşü öylesine güçlü ki içimde. Ağaç araları, ormanın kapıları gibi açılmış, hemen çıkıverip gelecek olan ablama yol vermek için.
Ocak yerimizin külleri üstüne kök salmış, sapları çiçeğe durmuş, boyum yüksekliğinde bir sığırkuyruğu otu önümde. Sığırkuyruğu otu, o sarının sarısı çiçekleri, kül ile kömürün özünde gizli duran alevleri özümseyerek mi çekti çıkardı acaba? Yoksa yakıcı iştahı mı semirtti onu böylesine? Belki de geçen zamanın duygusudur o çiçek. Nedeni ne olursa olsun, iri dallı sığırkuyruğu otunun sararan alevinde çocukluğumun tazeliği gizli. Her şeyin üstesinden gelmesini bilen zaman, duygusuz bir ateş gibi duruyor önümde. Yıkık dökük çadır izleri, yurt yerleri, insan çabasının boşunalığını gösterdiği kadar, her şeyi yok eden, eriten bir zamanın da gücünün simgesi.
Önümde küçücük bir anı yığını gibi duran kül tabakasını bir çöple eşelemeye başlıyorum, eşelediğim kül yığını değil de, çocukluğumun tarihi aslında. Eşeledikçe çöpün ucu takılıyor bir yerlere. Bir kök değil bu; eski çok eski bir kahve cezvesi takılan; babamın cezvesi. Babamın canı kahve isteyince Anam kahve dibeğinden geçirdiği kavrulmuş nohut ile kenger tohumundan kahve yapar, sunardı ona. Babam da binek taşının üstüne oturarak, önünde görkemli bir pencere gibi açılarak Bolkar’ın haşin, karlı dağ zincirlerine baka baka yudumlardı kahvesini. Sonra Anam boşalan cezveyi ateşe yakın kül yığının içine sürer, soğumaya bırakırdı. Göç başlayınca Anam, kül yığının içinde cezveyi unutmuş olmalı.
Çürümüş kararmış kahve cezvesi, bir anlatı çekirdeği gibi önümde şimdi; Yarım yüzyıllık geçmişimi, hiç beklemediğim bir anda yakınıma geliverince yok olup giden göçebeliğimi bana anımsatan kahve cezvesi…
Çömeldiğim yere çivilenmiş gibiyim. Kanım akmıyor, soluğum çalışmıyor. Yıllar önce terk edip gittiğim göçebe yurdumdan, günümüze kalıt olarak niçin bu paslı cezve parçası kaldı acaba? Sonra ermişliğin gizini, tek bu cezve mi taşıyor şimdi? Yoksa bu delik deşik olmuş cezve parçası, geçip giden zamanın süzgeci mi?
Bunlar için mi tepmiş gelmiştim onca yolu? Yoksa bütün bunlar, değişen yaşamımı haklı çıkarmak için kendi kendime uydurduğum nedenler mi?
Her ne olursa olsun bu cezve eskisi ile daha fazla geçmişimi kışkırtamaz, ruhumu daha fazla kanatamazdım. Delik deşik olmuş bu kahve cezvesi, nasıl ki bir daha bir işe yaramayacaksa, o yaşama biçimi de bir daha geri gelmeyecekti.
‘Yurtyeri’min gölgeli seslerine usulca el sallayarak yürümeye başladım yine. Artık bundan böyle yurdum ayaklarımdaydı…
0 Comments