İki üç gün önce John Berger’le yapılan bir röportajı okudum.
Köşeme kurulmuş, zevkle okumaya başlamıştım ki, şu cümle yüzüme çarpıp, yüreğimi sıkıştırdı: ”Dünya daha insancıl bir şey olsaydı, hiç yazmazdım. Yalnızca çizerdim” 🙁
Ne var ki bu cümlede diyeceksiniz belki de. Bu cümle beni, yazmaya başlama sebeplerime götürdü. Yani çocukluğuma…
Ben hem çok mutlu, hem de çok yalnız bir çocuktum. Yalnızlığım her şeyi farklı algılamamdan, her şeyi farklı farklı didikleyerek, çevremdeki herkesten farklı düşünmemden kaynaklanıyordu. Hayal gücümün, etrafımdaki herkesin sınırlarını zorladığını farkettiğimde, onlarla her şeyi konuşmaktan vazgeçtim. İçimde, kendimle konuşmaya ve hikayeler uydurup, yazmaya başladım. Okuma, yazma öğrendikten sonra da kaleme ve kağıda sarıldım. O gündür bugündür onlar benim en iyi arkadaşım 🙂
Büyüdükçe iki kültür arasındaki sıkışmışlığım da eklendi. Artı komünist sistemin görülmeyen zincirleri de hayatımı daraltmaya başladı.
Yasaklar, yanlış anlaşmalar arttıkça da ben daha az konuşmaya ve daha çok yazmaya başladım. Ama yazdıklarımın çoğunu kimseye okutmazdım. Yazıyordum, yazdıklarımı bir süre saklıyordum, sonra da yırtıp atıyordum 🙁
Ancak çevremi ve sistemi rahatsız etmeyecek bazı şiirlerim ve öykülerim gün yüzü görebildi o dönem 🙂 Beni sevenler bu şiirlerle ve bu öykülerle tanıdı ve sevdi 🙂 Ama gerçek ben, o çöpe attığım yazılarda gizliydi 🙁
İşte bütün bunları hatırlattı bana John Berger’in o cümlesi.
Belki de ben, Bulgaristan’da bir Bulgar olarak dünyaya gelseydim, ya da Türkiye’de bir Türk olarak dünyaya gelseydim yazıyla bu kadar haşır neşir olmazdım. Farklı bir mesek seçer ve sadece iyi bir okur olurdum.
Yani yazanlar çoğu zaman mutsuz, belki de kendilerini tedavi etmek için yazmaya başlarlar. Ama yazının büyülü etkisine kapılıp, yazmaya devam ederler. Bence 🙂
Neyse dönelim John Berger’in röportajına…
Bakın, kimlikle ilgili nasıl bir cümle kurmuş: ”Kendi kimliğine dair algın zayıfsa- ister hayali, ister gerçek anlamda- karşındaki kişinin kimliğini algılaman ya da bir şekilde onun kimliğine bürünmen daha kolay oluyor”.
Ben çocukluğumdan beri, etrafımdakilerin kimliklerine bürünerek, iç dünyalarında dolaşmayı ve onların psikolojik çözümlemelerini yapmayı çok seviyorum. Bir nevi beyin jimnastiği gibi gelir bana 🙂
Ama bu röportajdan John Berger’in bunu sevmediğini öğrendim. Bakın ne diyor, ”Psikolojik çözümlemelere kuşkuyla yaklaşıyorum. Hikayelerimde ve romanlarımda böyle şeylere neredeyse hiç başvurmuyoru. Çünkü her ne kadar akıllıca ve titiz olursa olsun, bu çözümlemelerin kendi içine kapalı olduğunu ve yaşama temas etmediğini düşünüyorum…”
Bu cümleyi not ettim. Üzerinde düşünmek için 🙂
Röportajda en çok hoşuma giden bölüm, nasıl yazdığını anlattığı bölüm. Söylediklerini olduğu gibi paylaşmak istiyorum 🙂
”Çok yavaş yazıyorum. En hızlı tamamladığım kitap bile toplamda iki yılımı aldı. En uzunuysa sekiz, ya da dokuz yıl sürdü. Çoğunu üç- dört yılda tamamladım. Bu durum tembellikten ziyade, yazarken büyük zorluklarla karşılaşmamdan ve neredeyse her sayfayı, birçok kez- muhtemelen sekiz- dokuz defa yazmamdan kaynaklanıyor.
Yazma ve yeniden yazma konusunda, kelimelerin bir bütün olarak dille kurduğu ilişkinin peşindeyim daima. Şayet kelimeler doğru seçilmiş ve kendi aralarında uyumlu bir ilişkiye girebilmişse, o zaman bir çeşit tını ortaya çıkıyor. Ait oldukları dilin bütünü her kelimede inceden inceye yankılanıyor”.
Bu sözler bana çok iyi geldi 🙂 Çünkü ben de bu aralar yazdıklarımı yeniden yazma moduna girmeye niyetleniyorum. Ama ondan önce eskiden okuduklarımı, yeniden okumaya başladım 🙂 Tekrar ve tekrar okumak bana, neyi ve nasıl yeniden yazmam gerektiğini göstersin diye 🙂
Yazımı, John Berger’in şu cümlesiyle bitirmek istiyorum: ”Hikayeler yalnızca anlatılanlara değil, belki de daha çok anlatılamayanlara dayanır” 🙂
Yüreği güzel arkadaşım. Ne iyi geldi bu yazı ????