”Yamak, hele bir öykü söz konusuysa uçuruma atlamak, belki de boğa güreşi benzeri bir etkinliktir. Düşmenin heyecanı, boğanın sivri boynuzunu hissetmeniz gerek. Hissetmek de yetmez. Boğa güreşçisi gibi her an bir risk alabilmelisiniz; üslubunuzu biledikçe ölümü biraz daha yakından izleyebilmelisiniz. Hatta boynuz her defasında biraz daha yakınınızdan geçerken, dokunabilmelisiniz ona” Nedim Gürsel
Bu kitabı kaçıncı kez okuyorum bilmiyorum, ama her okuduğumda bildiğim şeyleri yeniden keşfediyorum ve yeniden öğreniyorum. Her okuduğumda yeni yeni ayrıntılar yakalayıp, altını kırmızı kurşun kalemle çiziyorum. Yani kitabın yarısı, kırmızı kırmızı göz kırpıp, gülümsüyor bana 🙂
Benim için bir kitaptan öte, değerli bir hazine gibi adeta…
Öyküyü seven, öykü yazan, yazılan öyküleri mercek altına alıp inceleyen, eleştiren ; yani öykünün peşinden koşup, onun dünyasında dolaşmaktan mutlu olan 32 yazar var bu hazinen içinde. Hepsi de çok değerli benim için 🙂
Gerçi öykü seven herkes değelidir benim için. Çünkü öykü okumak ve yazmak fazlasıyla sabır, fazlasıyla emek ve çokça sevgi gerektiriyor.
Bir öykü kitabı, bir roman kadar hızlı okunamaz. Okunmamalı da. Cemil Kavukçu‘nun da dediği gibi, ”Bir kitapta birden fazla öykü olduğundan, biri bittiği zaman hemen öbürüne başlayamıyorum. Okuyup bitirdiğim öykünün dünyasından, yeni başladığım öykünün dünyasına geçmek zor oluyor”.
Yani öykü romana nazaran, düşüne düşüne okunur. Her öykü farklı bir dünyaya, farklı bir duyguya davet eder ve farklı düşünceleri harekete geçirir.
Bazı öyküler ilk okunduğunda anlaşılmaz, sıkar, saçma bile gelir. Ama ikinci kez, ya da yıllar sonra tekrar okunduğunda, kendini öyle bir sevdirir ki, unutmak imkansız olur 🙂
Bazen kafamızdaki kalıplar da öykülerle aramıza girebilir 🙁 Buna örnek olarak, Selim İleri‘nin yazısından bir alıntı…
”Otuz yıl önce okuduğum ”Alemdağ’da var bir yılan”ı kavrayamamıştım. Kavrayamazdım, çünkü ders kitabımızda bir hikaye tanımı vardı. Bu tanıma göre, hikayenin bir başı, bir düğüm noktası ve bir de sonu olmalıydı. Oysa, ”Alemdağ’da var bir yılan”ın öyküleri hep yarım kalmış bir yerden başlar ve yarım kalmış bir başka yere ulaşır. Şimdi anlıyorum ki, hikaye tanımları pek o kadar yararlı olmuyor ” 🙂
Zaten benim gibi öykü yazmaya çalışanların kafasını tam da bu öykü tanımları karıştırıyor 🙁 Bir bakıyorsunuz ki her yazarın kendine göre bir öykü tanımı var. Ama bir sürü yazardan, bir sürü öykü okuyunca da hatlar karışabiliyor bazen 🙁
Benim kafam karıştığında hep Çehov’a sığınırım. Onu okudukça yazma korkum kaybolur ve yeniden yeniden yazmak için hevesim artar 🙂
”Çehov bana her görüntüden, her kıpırtıdan öykü çıkabileceğini, öykünün o yoğunlaştırılmış nayifliğini öğretmiştir” diyor Erdal Öz. Ona katılmamak elde değil 🙂
Ben Servet Lünel’in, romanla öykü arasındaki farkı vurgulayan şu tanımı çok seviyorum: ”Romanda bir ailenin içine girer, onunla birlikte yemek yer, çalışır, sever, nefret ederiz. Hikayede ise ancak evin önünden geçer, açık bir pencereden bakıp, masa başında toplanmış bütün bir aileye göz gezdiririz”.
İnci Aral’ın da şu tanımı çok güzel: ”Öykücülük kuyumculuktur. Öykü yazmak sonu bilinmeyen bir yolculuk, bir serüvendir çok zaman. Has öyküler sizde adı olmayan bir sevinç, nedeni belirsiz bir hüzün ve sanki bir şeylerin ilk kez farkına varmışsınız şaşkınlığı yaratır. Sizi boğazınızda bir yumru, yüreğinizde bir güceniklikle bırakıp, biterler”.
Dediğim gibi ”Öykücünün kitabı” değerli bir hazine gibi ve ben istesem de onu anlata anlata bitiremem. Ama okumak isteyenlere verdiğim ipuçları yeterlidir bence 🙂
Yazımı şu sözlerle noktalamak istiyorum: ”Bazen yazmayı ateş çemberinden geçmeye benzetirim. Bunu bile bile karşı duramaz insan, içindeki ses yaz demeye görsün bir kez. Öykü anlatmak bir tutkudur neredeyse. Öykü anlatmak, anları aktarmak” Jale Sancak
0 Comments