‘’Öyle çok ölüm, öyle çok ölü gördüm ki, ölümün, öldürmenin hiçbir şeyin çaresi olmadığını biliyorum. Acıların ne denli büyük öğretmen olduklarını da biliyorum. Korkular insanın ruhunu yaralıyor. Korkutanlar, korkudan beslenenler en büyük korkaktırlar, korkudan ölürler…’’
Bu satırlar kitabın kahramanı, yani Rüzgar’ın kendine yazdığı mektuptan 🙁
Evet Hüseyin, Rüzgar, veya Otekiler…
Bir şekilde ve bir sebeple isteyerek veya zorla ötekileştirilenler.
Bir şekilde katıldıkları anlamsız bir savaşta bazen avcı oldular, bazen de av, bazen de hangi tarafta olmaları gerektiğini karıştırdılar. Oyun niyetine girdikleri bu yoldan geri dönmek istediler. ‘’Bu oyunun kuralı yok, ben oynamak istemiyorum’’ demek istediler. Ama oyun öyle bir oyundu ki, bir kez bulaştın mı, kurtuluş yoktu…
İşte bunları bana fısıldadı Rüzgar’ın hikayesi 🙁
Rüzgar, yoksulluğun ve çaresizliğin tam ortasında, Dersim’in Şiğso köyünde doğmuş. Oyun niyetine devrimci olmuş ve TDKP adına bildiriler dağıtmaya ve propaganda yapmaya başlamış. Yakalanmış ve yattığı hapishaneden tünel kazarak kaçmış.
Bu kaçışla birlikte örgütüne küstüğü için de yön değiştirmek zorunda kalmış. Ona el uzatan PKK’ya katılmış ve kendini acımasız bir savaşın ortasında bulmuş. O savaşta ise:
‘’Düşünmek, acımak, vicdan sahibi olmak yasaktı. Ölmemek için öldüren, kazanmak için öldüren, korkutmak için öldüren, yemek için öldüren, keyif için öldüren, yani ölümü yaşamak gibi gören makineler olmuştuk…’’diye anlatıyor Rüzgar.
Bir gün gelir ve Rüzgar yaşanan vahşetin bir parçası olmaktan kaçmak istercesine dağdan kaçar ve teslim olur.
Tekrar hapishaneye düşer. Sorgular, işkenceler. Yani, ‘’hayatı hayalet gibi’’ gördüğü yıllar.
Hapishane sonrası ise askere alınır. Av elbisesinin yerine avcı elbisesini giyince de bütün inançları altüst olur. Hayatın gerçekleri ise bir yerlere saklanıp, onu yalnız bırakır.
Çünkü gerillalar askerden korkar, askerlerden de gerillalardan. Rüzgar ise her ikisinden 🙁
Onların arasında sıkışıp kalmaktan ve yaşamadan ölmekten kurtulmak için de son yaşama ve mutlu olma şansını kullanabilmek için İstanbul’a gelir.
Aşık olduğu kadınla evlenip, sıradan bir hayata başlar. Mutlu da olur ilk başta.
Hayatın gerçekleriyle yüzleşip, onlara sarıldığını zannetmesine rağmen, kısa bir süre sonra yine ‘’yalanın yaratıcılığı devreye girip, gerçek en değersiz şey’’ olur onun için.
Tutuklanır. Bu defa devlet eliyle terörist yapılır, hem de kağıt üzerinde. Ergenekoncu ilan edilir.
Meğerse haberi olmadan yıllarca savaştığı düşmanıyla örgüt kurmuş. Hatta hiç görmediği ve tanımadığı İlker Başbuğu’nun suç ortağı olmuştur.
***
Evet ötekiler… Hüseyin, Rüzgar ve onun gibilerin hikayeleri…
Bazı gerçekler vardır ki, ne yaparsan yap, onları net göremezsin. Görmeyi bırak, kendini parçalasan da anlayamazsın.
Tamam, gerçek tektir, ama farklı açılardan baktığında haklıyla haksız yer değiştiriyor.
Yer değişince de insanda istem dışı bir soru oluşuyor kafasında: ‘’Ya ben orada doğmuş olsaydım ve şu an gerçekliğine inanmakta güçlük çektiğim şartlarda yaşasaydım nasıl bir insan olurdum? Niye ve kime inanırdım? Hayat felsefem ne olurdu?’’
Tuncay Özkan’nın, ‘’Ötekiler’’ kitabı bana işte bu soruları sordu. Ama cevap veremedim. Vermek istemedim 🙁
Ya siz bu sorulara nasıl bir cevap verirdiniz?
0 Comments