”Hiç bir dönemde, en çetin koşullarda bile anlatılamayacak hiçbir şey yoktur. Yeter ki, nasıl anlatacağınızı bilin” Yılmaz Güney
”Devrimci bir hayal ustasının değerli anısına” diye başlayan bu roman, her ne kadar kurgulanmış olsa da; Yılmaz Güney’i daha iyi tanımamıza ve daha çok sevmemize sebep olacak bir dille yazılmış. O yüzden de bir nefeste okunuyor 🙂
Yargılamadan önce anlamaya çalışmak en önemli anahtar olunca de gerçekler daha net görülebiliyor.
Yılmaz Güney, yaşanan iki askeri darbe yıllarında, her türlü bedeli ödemeyi göze alarak, dünya sinema tarihine imzasını atabilmiş bir devrimci. Ödediği bedel çok ağır üstelik. Hiç ama hiç hak etmediği bir bedel 🙁
Daha on sekiz yaşındayken, komünizmin ne olduğunu bile bilmezken, komünist diye peşine polis takılmış. Yirmi dört yaşındayken ise, yazdığı bir hikayede eşitsizlik sözcüğü geçtiği için hapse mahkum edilmiş. Sonra da talihsiz bir şekilde karıştığı bir cinayet yüzünden yıllarca hapishanede kalması; ülkeden kaçması ve sürgünde yaşarken ölmesi 🙁
Yazarın da dediği gibi, ”Varoluşun garip rastlantıları bazen güzel, bazen de kahredici olabiliyor”.
Yokluk ve yoksulluktan gelen, hayatta kalabilmek için çocukluğundan itibaren inanılmaz mücadele eden ve hayatı boyunca bedel ödeyen bir insan. Ama hep başkalarını düşünen ve başkaları için çırpınan da bir insan: ”Ben hep usturanın keskin ağızında yaşadım. Hüzün ve keder gözlerimin dostu oldu. Çeşitli yokluk ve acılar yaşayan insanları göre göre, bir insanın kendi başına mutlu olamayacağına inandım”.
Kendini eleştirebilen, hatalarıyla yüzleşebilen bir insan üstelik: ”Günahsız ve kusursuz olmadığımı her zaman kabul ettim” diyor ve şöyle devam ediyor: ”Hayat beyaz bir defter değil. Benim hayatım da karalanmış, çizilmiş, sayfa uçları kıvrılıp kirlenmiş, kimi yerlerine yanlış şeyler yazılmış bir defter”.
Aslında ‘Sevgili’ romanı daha çok Yılmaz Güney’in ve Fatoş Güney’in aşklarını, sonsuz sevdalarını anlatan bir roman.
Fatoş Güney’i büyüten, geliştiren, dönüştüren ve belki de bunun sonucunda, kocasından bile daha büyük devrimci yapan bir sevda 🙂 Böyle bir sevda karşısında eğilmemek ve saygı duymamak imkansız.
Yaz kış demeden, bütün engellere rağmen bir hapishaneden öbür hapishaneye koşan, kocasının sinema tutkusunu anlayan, destekleyen; onun yerine işlerini yürütmeye çalışan ve kocasının başarılarıyla gurur duyan bir kadın.
Hele hele Yılmaz Güney’in hastalığı sırasında yaptıkları. Taşıdığı yüklerin altında ezilmesine rağmen, son nefesine kadar ona yansıtmadan mutlu etmeye çalışması 🙁
Şu cümle ne çok şeyi özetleyip anlatıyor: ”Sen bana gerçek dünyayı görebileceğim bir çift göz hediye ettin sevgili, hem de ilk buluşmamızda”.
İnci Aral bu romanda sadece Yılmaz Güney’i daha iyi tanıyıp, daha çok sevmemizi sağlamıyor aslında. Fatoş Güney’in içinde ve yüreğinde yaşadığı ve hissettiği her şeyi bize de hissettirip, sonunda onu belki de kocasından daha çok sevmemizi sağlıyor.
Sevdirirken de, ona bir minnet borcumuz olduğunu da düşündürüyor bence. Çünkü belki de Fatoş Güney, hayatını Yılmaz Güney’e adamasaydı bizim böyle bir sinema dehamız olmazdı.
Ne münasebet, Yılmaz Güney zaten sinemaya aşık ve yaratıcı bir adam dediğinizi duyar gibiyim. Ama on yıllık hapis hayatı boyunca Fatoş Güney’in sayesinde bu dehanın parladığını ve doruklara ulaştığını kabul etmek lazım bana göre.
Yazımı, beni en çok etkileyen Yılmaz Güney’in şu sözleriyle noktalamak istiyorum: ”Benim için sürgün, ülkemin taşına toprağına, havasına, suyuna, ağacına, kuşuna özlem demektir. Benim için sürgün ülkeme yeniden dönebilmek için kararlı bir mücadele demektir. Sansürsüz film yapabilmek ve özgürce düşünebilmek demektir”.
Bu kitabı mutlaka okuyun 🙂
0 Comments